Bugün çuvaldızı kendimize batırma zamanı. Bana ulaşan mesajlardan anladığım kadarıyla, başlıca sorunlarımız işte bu şekilde sıralanmakta;
Bulgaristan'da Müslüman topluluğun genel gıda ihtiyaçlarını, dini inanca göre düzenlemek isteyen firmaların sayısı gün geçtikçe artıyor. Daha önce iç pazarda böyle bir durum gözetlenmezken, artık et ve süt mamullerinde, İslam dinine mensup müşterilerin helal gıda taleplerini karşılamak için, bazı ürünler sertifikalandırılmaya başlandı.
Yorgun argın işten döndüğünde, kendini koltuğa bırakıp radyonun düğmesine basarsın ve içeriye gönlünü rahatlatıcı güzel bir müzik yayılır. Buna bir de kahve veya çay eşlik ederse, yorgunluğunu unutursun.
Misyon Gazetesi yazar kadrosunda yer alan Mimoza Elezi'nin oynadığı "Belalılar" filminin galası, Türk Sineması'na önemli katkılar sağlayan Grand Pera Beyoğlu Emek sinemasında yapıldı.
Düşünce yazılarımın bazılarında, göçmen kardeşlerimizin çalışkanlıklarından, iyi meziyetlerinden bahsediyorum. Bu yazımızda, maalesef, bazı olumsuz yönlerimizi ve davranışlarımızı ele almam gerekecek. Bunu 10 yıldan beri ayakta tutmağa çalıştığımız Rumeli dergisinin 51. sayısından bazı sayfaların internet sitelerinde yayınlanmasından hemen sonra yapmamızın bir nedeni olduğunu bilmenizde yarar vardır, diye düşünüyorum.
Türkçe okumak, kanunca yasak değil, devlet Türkçe öğretmenler tayin etmekte, okullarını tahsis ediyor ve her isteyen öğrenci rahatlıkla Türkçe dersine girebilir ama kimse okumak istemiyor işte! O zaman devleti yönetmeye kalkışanlar ve Bulgaristan'daki Türk Topluluğu'un liderliğine soyulanlar, pek ala bu işe de el atabilirler. Adeta buna mecburlar! Ayrıca bu bir devlet politikası olmalı! "Bir lisan bir insan, iki lisan iki insan!” atasözü geçerliliğini kaybetmemiştir.
Eskiden buranın kalabalık ve rengarenk panayırı çok meşhurdu. Şimdilerde ise bunun yerini kültürel etkinlikler almış. Rodoplar’ın bağrına, ormanların içine sokulmuş olan bu cennet memlekette barınanlar yeniden eğlenceli ve neşeli günler yaşadı.
Bulgaristan’da İslam Sanatı Müzesi yok. Büyük müzelerimizde bu anlamda herhangi bir bölüm bile yok. Uzun yıllardır yurt dışında yaşamama rağmen, yanıldığımı hiç sanmıyorum. Türk yazar Orhan Pamuk’un “Adım kırmızı” eserini okuduktan sonra, birinci işim olarak Metropolitan’a gidip, o bahsedilen el yazmalarını incelemekti…
Saza ve ses sanatına gönül verenler bizden önce de vardı, bizden sonra da var olacak. Ama her nesil, kendinden önceki neslin tecrübesini tanımak ve bilmek zorundadır. Komünizm rejimi döneminde, gizli asimilasyon eylemi sırasında bazı olumlu gelişmelere istenerek veya istenmeyerek imkân verildi. Türkler için kurulan “estrad” tiyatrolarında, halk müziğine hizmet verenler, bağlama çalanlar oldu, halk müziği koro ve orkestraları çalıştırıldı. Bunlar arasında ilk akla gelenler Kadriye Latifova, Ahmet Yusuf, Cemil Şaban ve Hasan Rodoplu, İbrahim Destan, Ahmet Cumalı, Osman Aziz, Vasfiye Şaban, Hafize Beysim, Adem Bayraktar, Beyti Beytullov ve Ulviye Ahmedova gibi ses sanatçılarıdır. Ama saz ustaları olarak Mehmet Bekir, Cemil Şaban, Hasan Rodoplu, Emrullah Topçu ve Durhan Hasan aklımıza geliyor. Bu kişilerin çoğu ebediyete göç etmiştir ve biz onları rahmetle anıyoruz.
Profesör Aleksandır Vidlişki, yaşlı bir Sofyalı müzisyen. Başarılı bir opera bestecisi. Mustafa Kemal Atatürk için yazdığı ve hiç sahnelenmemiş bir operası bulunmakta. Uzun yıllar, Bulgaristanlı Türk öğrencilere müzik eğitmenliği yapmış birisi. İstanbul’da oturan eski öğrencilerinden Muhammet Kurtuluş’a yazdığı mektuplardan bazı kısımları dikkatinize sunuyoruz.
Ünlü şarkıcı Elvan GÜNAYDIN ile söyleşi. * Bulgaristanlı göçmen bir ailenin kızıyım ben. Ailem Haskova bölgesinden gelmiş. Çocukluğumdan beri hep müzikle iç içe oldum. * Merakla beklenen single çalışmanız "İlk Pazar" PDND etiketiyle dijital müzik platformlarında dinleyicilerin beğenisine sunuldu. * Oysa toplumun isteklerine paralel gelebilmeli sanat ve sanatçı. Burada topluma da sanatçıya da iş düşüyor. Talep arz meselesi biraz. * Benim gönlümde göçmen aileleri farklı bir yere sahip, çünkü onlar iki kez anne baba oluyorlar. * Yıllar önce Türkçe konuşmanın yasak olduğu topraklarda, bağıra çağıra Türkçe şarkı söyledim ben.
Bulgaristan Türkleri arasında mümtaz bir şahsiyet, hayatının büyük kısmına acı hatıralar içinde geçirmiş bir özgürlük savaşçısı, bir ressam, bir seramik-porselen ustası, eserleri yurtiçinde yurtdışında defalarca sergilenmiş bir üstad, her şeyden önce bir İNSAN olarak, dayım Embiya Çavuş…Embiya Çavuş’u, doğduğum köy Mahmuzlu’dan bugüne kadar yetişmiş en önemli şahıs diye nitelendiririm. Onun akrabası olmak, hayatını ve yaşadıklarını bilen, zaman zamanda paylaşan biri olarak bir övünç kaynağı.
Sofya Radyosu’nun bu yayınları ayrıca bize gurur verirdi. Türklerin sesini duymak, şarkılarını dinlemek, büyük bir gurur kaynağıydı. Soydaşlarımızın hayatları hakkında haber alamamak ve âkıbetlerini merak etmek çok can yakıcıydı. Buna paralel olarak Üsküp Radyosu’nun da bir saz takımı vardı. Onlar da haftanın belli günlerinde canlı Türk Mûsikîsi yapıyorlardı.
Bahar, yaz ve sonbaharda İzmir, Balıkesir, Kütahya, Bursa, Çanakkale ve Trakya’da belirli tarihlerde tertiplenen mevlit ve dua törenleri, anmalar, yağlı güreşler ve başka bunlara benzeyen geleneksel etkinlikler yüzlerce yıldır düzenlenmekte, hem de hiç kesintisiz bir şekilde. Türklerin bu topraklara ilk yerleştikleri zamanlardan beri örf ve adetlerinde yer alan bu teşebbüsler aynı şekilde Balkanlar’da da devam ettiriliyor. Halen Rodoplar’ın, bütün yerleşim yerlerinde toplu halde bu tür merasimleri görmek mümkün. Yüksek Aladağ tepesindeki yağmur duası geleneği, Hotaşlı doruklarında kesilen kurbanlar, Dambalı ve Yeni Han Baba gibi tepelerdeki dini törenler, yerel halkımızın bütünlüğünün bir göstergesidir.
Kadriye Latifoğlu'nun ölümünden tam 55 yıl geçmesine rağmen, kendisinin unutulmaz sesi, bizleri hala gezici tiyatroların bünyesinde konserlerin verildiği, seslendirme tesisatının bulunmadığı 1950’li yıllarının Bulgaristan'ına götürmekte. Köy meydanlarında kurulan sahnelerde mikrofonsuz, billur sesiyle dinleyenlerin gönlünde tahtını kuran, efsane bir Kadriye vardı.
Bu yıl bir yerde tamamı son dönem göçmenlerden oluşan bir grup ile bir araya geldik, bir konuşma yaptım. Davanın ne olduğunu konuştuk, rolümüzden bahsettik, vazifelerimize değindim. Sonra kitleye şu soruları sordum. Zira bu kitle görmüş ve yaşamıştı. • Aranızda evli olmayan var mı? –Cevap: “YOK” dediler. • Pekiyi aranızda çocuğu olmayan var mı? –Cevap: “YOK” dediler. • Elli altmış yaş altında olan var mı? –Cevap: “YOK” dediler. • Peki, bu peşinde koştuğumuz dava ise, bu dava sizden sonraki nesillere nasıl aktarılacak, ya da bu bir dava olabilecek mi, nerede çocuklarınız? –Cevap: Bu sefer cevap yok, ses de yok.
Benim tablolarıma değinecek olursak, evet, karşınıza kadın portreleri çıkacaktır, kadın ve onun üstlenmiş olduğu yaşamındaki rol biçimleri. Resimlerimde sadece figürü, kadını ve onun gözlerindeki ruh halinin bakışlarında yoğunlaşan duyguların içten ve dışa yansıması değildir sadece, bu ifadelselliğin ardındaki büyük çabam, kendime seçtiğim konu üzerinden,matematiksel kompozisyon, renk harmonisi, figürde stilizasyon ve teknik çatışmasını ustaca kullanarak, sadelik ve uyum içerisinde onlara birbirlerini kabullettirerek, eserimi oluşturmak. İşte bu ağır sancı içerisinde oluşan tabloya sanat eseri denilmekte.