Yüreği yaralı bir Çınar ağacıyım ben / Yıllanmış, yıpranmış, yaprakları seyrek seyrek / Kökleri derinde bir Çınar ağacıyım ben!/ Talihi karalı bir Çınar ağacıyım ben
Oralarda kaldı çocukluğumun sabah uykusu / Seherinde çiğdemin ve akça bardak kokusunun / Nereden başlamalı unutmaya bu kederi /Bir tuğra gibi kıvrılmışken / Boynuma hasret çiçekleri …
ben hala mutsuz ve yoksulum / üstelik isyankar biraz, / ömrümün kalabalık yerinde / kalakaldım elimde verilen sözlerle...
* Uzun yıllar geçmişti, ülkedeki dikta rejimi değişmişti, her şeyin unutulduğunu sanıyordu; ama özgürlüğünün ilk gecesinden beri onun rüyaları hiç değişmedi.* Kasabaya inince, kendini bir kargaşa ve gürültü içinde buldu, kalabalığın içine daldığında, bir ara başında bir sıcaklık hissetti, daha sonra bu sıcaklık elbiselerinin içinde gezinmeye başladı...
*** son isteğimi lütfen aklınızda tutun / küçücük penceresi olsun / beni götüren tabutun...
* Evlerim insansız kaldı, kovuldu insanlarım. Köy değilim gayrı. İnsan yaşamayan yere köy mü denir? * Yellerin, sellerin, ellerin değil, korkuların çökerttiği evlerim yine doğrulabilseler!
Annemin mantiçkasından düşen / mavi bir gölgeden başka / Kimim kaldı ki kalbimi üfleyecek
* - Anladım, canım, niye geldiğinizi! Allah'ın izni, peygamberin kavliyle olur inşallah. Bir diyeceğimiz yok. Yeter ki, sevgi olsun arada. İki gönül bir olunca samanlık saray olurmuş. . . * Şakiroğlu, tuttu kafayı, galiba! Ne sayıklıyor böyle? Sonu sonunda bir inek bu! Allah'ın iznine, peygamberin kavline ne lüzum varmış? Dayım da hep dibi kuru içiyor. Yengemin son nasihati aklından çoktan fırlamış galiba.
* Üstat Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun kitap hakkındaki şu ifadelerini önemliydi: “Kitaba şöyle bir göz gezdirdiğiniz vakit, Ömer Osman’ın usta bir şair, Türkçeye hâkim bir kalem olduğunu hemen anlıyorsunuz. Bulgaristan’da doğup büyümüş, bin bir baskı altında hayatını sürdürmüş bir insanın, Türkçemizi bu kadar güzel kullanması ve yazması, şiir tekniğimize bu kadar vukufiyet...
* Sakız beyazı tülbentten eşarplar başlarında, kadınlar her biri kara toprağın üstünde konmuş birer beyaz güvercin gibi duruyordu. Aralarındaki genç olanlar bir türkü tutturur, ortalığı şenlendirirdi.* ‘’ Adi mare uuu, durun artık, acıktık, yimeycez mi ?’’ ‘’Evvaa, ne de çabuk acıktınız mare?’’ ‘’Yaaa, sabaa siz iki kişi kaşıkladınız koca tas taranayı, ama biz altı kişi oturiiz sofraya... ‘’ ‘’Azcık töö poyasa kadar bali erseydik mare, gölgede yirdik ekmeemizi...‘’
* Bir atılım, ardından bir atılım daha. Utku çırpınışta değil, atılımdadır. Beyaz köpüklü kara sulara yaşadığımı, kim olduğumu göstermeliyim. Sular korkunç oldukça, yorulmak bilmedikçe, beni yutup yok etmek istedikçe, gücüm bir o kadar daha artıyor, atılım üstüne atılımları sürdürüyorum. Ben tehlikeden kaçmadım hiçbir vakit, tehlikeyi benden kaçmaya zorladım.
sokak lambalarının üşüyor ışıkları, çamaşır iplerinde asılı rezilliğimiz...
*** "Bizler dostlarımıza hainlik etmemekle değil, düşmanlarımıza dahi kalleşçe davranmamakla öğünürüz. Üzerinde yaşadığımız toprakların diyetin vermek, bize atalarımızdan kalan bir mirastır. Bulunduğumuz yeri ihya etmenin ötesinde hiçbir gayemiz olmadı." *** "Sırta vurulmuş bir bıçağımız yok, izinsiz bir bahçenin gülünü hiç dermedik, destursuz bir kapıdan geçmeyi haram bildik. Söz söylemek gerektiğinde lekelemek için çamur atmadık, bilakis dürüstçe yüzüne karşı söyledik, kim ne hak etmişse. Haksızlığa uğramışsak da saldırarak öç almadık. Kendimizi korumak için savunmaya kalktı tüm kalkanlarımız..."
yıllar önce kanadımı kırdılar / uçmasına uçtum, / istediğim yere değil,/ düştüğüm yere kadar / tutan olmadı...
Sessizliği tam da bozmak üzereyken / Seslerimizi / Gizlice öpüşürken işittik…
* Eskilerin şarabi, yenilerde fuşya denilen bir renk karışımı vardı. Şeffaf ve etrafına etkileyici bir ışık saçıyor gibiydi. Yavaşça yaklaşarak, parmak uçlarımla dokundum. Bu dokunuş benim için, bardaktaki lezzetli bir içeceğin tadına bakmaya benziyordu.