*** bir ücra kasabada içi yalnızlık dolu kalabalık şehirler büyüttüm sana içimde terminalleri buz gibi veda kokan evleri yıkık yüreği virane
Kendini sayın başkan, O kadar yüksekte tutma. Bak şu çotuk da baştan Ulu ağaçmış, unutma!
Söz öyle derin acıtıyor ki yüzyıllardır kırdığı yerlerden çürümüş günlükleri kokluyorum bilinmez utançlar devşiriyorum kendimi var ettiğim küllerden
Halen ailesiyle birlikte Melbourne yakınında bulunan Bellarine Yarımadası'nın Drysdale bölgesindeki çiftliğinde oturmakta. Abdül Hamid'in İstibdad devrinden bıkan, Avustralya veya Yeni Zelanda'ya bir çiftliğe yerleşmek isteyen Tevfik Fikret ve arkadaşlarının bir türlü gerçekleştiremediği hayallerini, böylece Mehmet Bahar gerçekleştirmiştir. Mehmet Bahar evli ve iki çocuk babasıdır. Ünlü sporcumuz Naim Süleymanoğlu'nun Avustralya'dan Türkiye'ye kaçışını organize eden başaktörlerden birisidir kendisi.
Sabahları martıların kaygısız çığlıklarıyla uyanan, kâh azgın, kâh durgun sular üstüne güneşi ansızın doğan bir deniz şehrini seçmişti, yaşamak için şair Recep Küpçü. Şahsının bilenmiş tutkuları gereği, şair mizacına en uygun, evrensel güzellikleri, özgürlükleri bağrına yâr etmiş, mutluluklara, çılgın sonsuzluklara yelkenler açan bir deniz şehri olmalıydı Burgaz...
Kayın ağacı gözlerini açtı, adamı yavru meralin başında gördü. Onun başını kucağına almış, boyuna doğa ananın büyük bir özveriyle sürmelediği gözlerini öpüyordu. Sesini duyamıyordu ama kayın ağacı affetmesi için can çekişen yavru merale yalvardığını adı gibi biliyordu “Şu insanoğlunun hangi yüzüne inanayım ben?” dedi kayın ağacı ve sallanmadan, dimdik durarak, saygı duruşuna geçti.
Sayın Rahmi Ali'yi, Misyon Gazetesi ekibi olarak bizler de canı gönülden tebrik ederiz! Anlaşıldığına gibi, bu kongreye Bulgaristan'daki Türklerden temsilci katılmamış. Bize göre, edebiyat degisi sahipleri davet edilmemiştir, ya da bu önemli kongreye katılma fırsatları olmadı. Ankara'daki bazı işgüzar bürokratlara bir hatırlatmamız olacak. Bir Kosova edebiyatının yanında, bizim edebiyatımız çok daha değerlidir ve büyüktür...
Onları çoktan yitirdik. Onlar ki, bu toprakların gülü dikeni, uç beylerinin talihsiz torunları, onsekizlere varmadan ağarır saçları ve dal budak Deliorman'dan, Dobruca'dan Gerlova'dan, Rodoplar'dan düş tarlalarında umut bozkırlarında tutsak...
Halbuki "ana dili, anamızdan öğrendiğimiz dil, kendi dilimiz, öz dilimiz, benlik dilimiz, kimliğimiz.." Ve senin çocuğun, hür doğduğun bu topraklarda, vatandaşı olduğun devletin güzelim okullarında, doğru dürüst, planlı, programlı bir şekide ana dilde eğitim almıyor, alamıyor 1970' lerden beri...
Elinde kocaman baston, omuzlarına ferace geçirmiş, başına da beyaz yaşmağı dolaylamış. Oyalı gömleği ise, belinde dokuma önlük ile sıkmış, ayağına da mevsimlerin toz rengini alan, deri çarıkları geçirmiş.
Udumbara; Budistlerin inandığı efsaneye göre, ’Youtan Poluo’ olarak bilinen 3 bin yılda bir açan çiçek adıymış. Halime Yıldız, şiirlerini derlediği Udumbara şiir kitabındaki şiirlerini okurken, acaba bir sonraki yaprakta nasıl bir udumbara’nın açtırılacağı heyecanını ve merakını uyandırıyordu
Oysa nerde deniz, nerde bizim köyümüz. Hani kuş uçmaz, kervan geçmez derler ya, Deliorman'ın tâ göbeği. Sonra bizim buralarda kalûbelâdan beri, kadın aş evini, ocağını bilir, gezi neyinedir derler. Derler de, babaannemin gene çıkınında lâfı bol, bir tutturdu mu...
Ben, ben de, kimliğimi izah edemiyorum Asıl seni anlamıyorum, sahi sen kimsin ? Ömrümün karanlığında fark edemiyorum - Tanrı yüreğime mantık ışıkları versin !
Gecenin sessizliğini dinliyorken dün gece, anılar kapılarımı aralayıverdi gizlice. Yakalayıp beni saçlarımdan sürükleyiverdiler çocukluğumun denizine. Saçlarımda gelincikten çelenkler, boynumda kirazdan gerdanlık çimenlerde yüzdüm sabaha kadar. Sonra atladım rüzgarların yelesine, dolaştık durduk o eski günlerde.
Evvelden, ezelden çok iyi bilirim. Derler ki, şairler bir halkın, bir topluluğun gözü, kulağı, vicdanıymış. Hatta kimileri, bu kesimin duyarlılığını daha ötelere götürerek, şairlerin halkın çarpan kalbi, nabzı olduğunu da söylerler…
Küçük kasabalar mıknatıs gibi çeker beni. Siz bunu, göbeğimin küçük kasabada kesildiğine yorun. Deyin ne derseniz. Ne düşünürseniz düşünün. Ama bilin. Ben vurgunum küçük kasabalara.
Adımız, kimliğimiz ve benliğimiz uğruna canlarını siper eden Şehirlerimizi unutmadık. Unutmayacağız! Her Aralık ayı geldiğin de yüreğimizdeki hala o sıcak sızı ile onları rahmet ve minnetle anıyoruz. Mekanınız cennet olsun, nur gözlü masum kardeşlerimiz...
ne kolaymış önyargılı olmak ne kolaymış pencereye buz atmak ne kolaymış uzaktan nasihat vermek ne kolaymış
* Irsız tepe!* Irsızların payitaht yeri! Boş bir alan. Değişik bitkiler, funda çalılar yıllar önce dolaylamış etrafı. * Kimileri onların meyvelerini toplayıp – rakıya, şaraba, sabuna* özel bir koku vermek için kullanıyorlarmış. * Hırsız Tepe’nin “tekin yer” olduğu, şanı şöhreti, etraflarda dolaşır dururmuş. Bunun da sebebi varmış. * Sadece Habibe abla, korkmadan, sakınmadan tepeyi sık sık dolaşırmış. Kutsal yerin etkisini kullanırmış. * Köyde, yaşlı insanlar arasında, Habibe’nin melekeler ile konuştuğu, tedavi yollarını bildiği söylenirmiş. * Ramadan, benim kuzenim. Kendi anlatır, ”Ninem, beni kucakladı, zorlukla tepeye taşıdı. Habibe abla ilaçlayınca, bir serinlik, bir serinlik!