HALİME YILDIZ'IN 'UDUMBARA' KİTABI ÜZERİNE

Udumbara Budistlerin inandığı efsaneye göre, 'Youtan Poluo' olarak bilinen 3 bin yılda bir açan çiçek adıymış. Halime Yıldız, şiirlerini derlediği Udumbara şiir kitabındaki şiirlerini okurken, acaba bir sonraki yaprakta nasıl bir udumbara'nın açtırılacağı heyecanını ve merakını uyandırıyordu

PAYLAŞ
Misyon Gazetesi -

HALİME YILDIZ'IN "UDUMBARA" KİTABI ÜZERİNE


Halime Yıldız’ın “VE” adlı kitabını, uzun öyküsünü, yarıda bırakamadan neredeyse bir solukta okumuştum. Zaten okumaya başladığımda öykü kendisini okutuyordu. Bırakmak yarıda kesmek ne mümkündü? Ruhu doyurduğu gibi, bilgilendirici pasajlarla bilinci de doyuruyordu.

Bu kez de Halime Yıldız'ın Udumbara şiir kitabıyla tanıştım. Udumbara; Budistlerin inandığı efsaneye göre, ’Youtan Poluo’ olarak bilinen 3 bin yılda bir açan çiçek adıymış. Halime Yıldız, şiirlerini derlediği Udumbara şiir kitabındaki şiirlerini okurken, acaba bir sonraki yaprakta nasıl bir udumbara’nın açtırılacağı heyecanını ve merakını uyandırıyordu. Edebi estetik öğeleri ince bir kuyumcu işçiliği ile öyle yerinde ve kusursuzca kullanmış ki, ne bir eksik ne bir fazlalık var. Halime Yıldız, nereden nasıl bakılacağını, insanı şaşırtan imge güzellemeleriyle okuyanın elini tutup, onu şiirin içine çekiyor usulca. Dizelerin içleri hem edebi bir işçilikle doldurulmuş hem estetik bir anlayışla. Şiiri yukarıdan aşağı doğru olurken, kendinizi şiirin içinde yürüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Bir durum, bir an, bir olay ancak böyle, bu kadar net ve yalın gerçekçi bir dille anlatılabilir. Bir doğaçlama gibi başlayan dizeler, sağlam karakterli ezgiye dönüşüp, sağlam bir kaideye oturuyor.Akıl ve imge birbirine ancak bu kadar ince işçilikle sarılabilir.Halime Yıldız Üç bin yılda açan UDUMBARA’YI bir şiirinden diğerine geçerken, zaman kavramını minimuma indirerek açtırmayı başarmış.Kimileyin bir içli türkü olmuş, kimileyin yeter diye avaz avaz bağırmış. Her rengin, her duygunun, her kesimin sesi olmuş, sesine ses, rengine renk katmış kadının, insanın, aşkın… İnsanı kuşatan şartlara bir de buradan bak diyerek, edebi bir pencere açmış okuyucuya.

“Sevgiyi öldürmek dünyanın hiçbir yerinde suç değil” diyor, ama ölüm kutsallaştırılıyor ve ödüllendiriliyor diyor. Cımbızla insan çekiyor kalabalıklardan… “Susanlara neden susanır, Yılmaz Amca.” Tezadı da ters yüz edip, kendi gerçeğine dönüştürüyor. Gül kapanı şiirini okuyup, ardıma yaslanıyorum. Gözlerimi kapatıp, Halime Yıldız’ın ağzından ben de soruyorum. “Dudaklarım gül kapanı, arasözüm yara…” Susanlar neden susuyor, Yılmaz Amca… Neden diyorum? Neden… “Tekil aşklar birikiyor şiir mahallinde. Canan sıkıntısı, can sıkıntısı, an sıkıntısı…” Şiir akıyor, akan sözcük, nokta, virgül, tümce değil, bir ses, bir melodi, şırıl şırıl bir dere insanın içine içine akan… Vuruyor insanı o iç ses. “Arkamdan gelenler hep antikacı… “ Nakavt… Son dizeyle yıkıyor insanı. Nasıl da sağlam bir kaideye oturtuluyor dizeler. Ah, Halime, hayat böyle işte. Aslında bize hayıflandığımız hedef, aldığımız suçu ona yüklediğimiz hayatın kusuru değil, bu yüksek sesle düşünmelerimiz. Hayatı bizlere zehir zıkkım edenler… Kadehimi yudumlarken, bir kere daha okuyorum o dizeyi… “Gidenlerin kemiklerinden gemi yapmayı öğretiyor kitaplar…” Gidenlerin nereye niçin gittiklerini öğretmiyorlar, ya da biz o gemilerle gidenlere yetişmeye çalışıyoruz, yeniden yeniden biçimliyoruz sevgiyi, aklı, aşkı, barışı ve kardeşliği… İnsanın insan zulmüne lanet okuyarak.

Hangi şiirini anlatayım ki… Her şiir bir tuğla… Üst üste konuldukça, yapısını kusursuzca tamamlamış bir şair tapınağına dönüşüyor. Her şiir önünde diz çökülen bir kült oluyor. İnsanı imgeye doyuruyor. Şiire doyuruyor. Ruhu beslediği gibi düşündürüyor. Felsefe ancak bu kadar imgenin hükmüne mağlup olabilir. Duygu ancak bu kadar yoğunlaşabilir. Her sorunun bir karşılığı var, her iç yangınının dayandırıldığı sağlam bir temel var. Her nesnenin bir görevi var, şiiri özüne doğru taşıyor.

Ve sayfaları çevirdikçe, udumbara zamana hükmediyor ve durmadan çiçek açıyor. Her şiir başka bir boyuta, başka bir zamana, başka bir dünyaya taşıyor insanı. Yaprakları çevirdikçe, dudakları susuzluktan çatlayan suya, damlasına hasret özlemle sindirerek tadını alarak okutuyor kendini. Kalbim diyorum. Yüreğim, kana kana içiyorum şiirdeki özneyi. Güzel insanlar, güzel şeyleri anlatmıyor, gösteriyor diyorum. Bir şiirinde istavroz çıkarıyorum, bir şirinde semah dönüyorum, bir şirinde, sinagog'tayım, diğerinde kavalını üfleyen bir Sufiyim, diğerinde bir Budistim, ötekinde yaşamı bizlere dar edenlere, insanı gün be gün tüketenlere küfrediyorum, bir başka şiirinde çocuksun sen diyorum. Bir başkasında ben çocuğum diyorum. Udumbara’yı Bursa’da açtıran yüreğinden öpüyorum. Bir başka şiirin erkeklere anne oluyor. İnsan sevmeyince çatlıyor diyorsun. Şiirler ve onları yazan güzel yürekler var oldukça, o çatlaklar coşkuyla kapatılacaktır Halime...

Hangi dizeni yazayım, hangisini… Otuz altı dilde ıslık çalıyorsun… Papyon takmış afili bir küfür… "Aşk haddini bilirse korsanlarına âşık olur deniz…" Hangisini yazayım. Şimdi ağlamalıyım mı? Silikonları patlayan mesajları sevmek… Ayakları gümüş ibrikle yıkanmış aşklar kaldı mı? İçindeki kayaları dağa yama… Şiirin devamı hazin bir öykü. Ah, Halime, içindeki köpekler sustu mu? Kâğıt katlama sanatını bilmeyen anne olamaz…

Okudukça öyle tanıdık geliyorsun ki, kalem tutan parmaklarından ve aklından öpüyorum, Udumbara’na konan, çizdiğin kelebek saflığında…

Kalemin usun daim, yolun açık olsun!

 Fikret Kemal TEKİN


 

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN