Göçmen olmanın sancılı hikayesi

 

Göçmen olmak, sancılı bir hikaye, yaşayana da, dinleyene de.

Yarım kalan hayatlar, düzenler, anılar, hayaller daha nicesi...

32 yılı geride bırakırken, ben de kalemimden dökülenleri paylaşmak istedim.

Bulgaristan’da asimile etme politikası başlamıştı.

Dine, dile ve ırka saygı olmayacaktı artık, resmi dilin dışında başka bir dil konuşulmayacaktı...

Yaşına ve gözyaşına bakmadan, Türk adına bir çizgi çekilecek, yeni ve yabancı bir "ismin olacaktı".

Bundan sonra, Türkler kendi aralarında bile Türkçe konuşamazdı, Türkçe şarkı söyleyemezdi, Türkçe müzik dinleyemezdi...

Bütün olağan insan haklarının hunharca ezildiği, karşı gelenlerin çeşitli eziyetlerden geçirildiği olaylar silsilesi başlamıştı.

Çok kötü ve feci tasarlanmış bir yıkımdı bu. Tabii ki kabul edilemezdi! Etmedik de!

Biz, Türktük bir kere! 

Ben evimde Türkçe müzik dinliyorum diye, evime nasıl baskın yapılabilirdi ki ?

Bir annenin çocuklarıyla Türkçe konuşması nasıl yasaklanabilirdi?

Kültürünüzü yakıyoruz diyorlardı, kötü bir stratejiyle üstelik.

Yaktırmayız dedik biz de! Söke söke aldık adımızı da, şanımızı da, asimile olamazdık!

Babaannem karşı çıkanlar arasındaydı, kırk yıllık adımı değiştiremezsiniz diye çıkışmıştı. Onlar da kaba kuvvete başvurmuşlar; kaburgaları kırılmış, üzerinde sigaralar söndürülmüşti.

Babamı tahmin edin, yirmilerine yeni girmiş deli bir fişek, üstelik mücahit Avni Veli Özgürer’in yeğeni.

Annesine, bu vahşeti yaşatanlara karşı beslediği duyguları düşünün bir de...

Yağmur altında ıslanmadan geçtiğim yollar, uçurduğum haberler oldu diye anlatır.

Tabii düşman benliğinizi unutun dedikçe, biz daha çok hayallerimizde yaşattığımız al bayrağa sarıldık, daha da milliyetçi olduk, daha savunduk kendimizi, daha koruduk kimliğimizi...

Protestolar, yürüyüşler başlattık ve kendi kimliğimizi kanıtladık.

Bize çıkardığı zorlukların ardından, despotik rejim kapılarını açmak zorunda kaldı. Böylece zorunlu göçü istikrarla başlattık. Tüm dünyaya ispat ettik ki, biz Türktük ve bu değişmezdi, değişmeyecekti.

Bu duyguları anlatmak, yaşamak kadar zor.

İnsanlarımız evlerinde diken üstünde, önemli eşyaları bavulunda, böyle yaşamışlar aylarca, olurda bir gelişme olur ve hemen Türkiye’ye gidebilme hayaliyle beklemişler...

Nitekim öyle de olmuş. Türkiye kapılarını açmış ve zorunlu göç başlamış. İnsanlar evlerini, yuvalarını, emeklerini arkalarında bırakmak zorunda kalmışlar.

Ne büyük fedakarlık, hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmak.

Kapıların açılmasıyla bitmiyor hikaye, bir de sınırın bu tarafı var.

O kadar mücadelenin ardında, buzdağının görünmeyen kısmı vardı aslında.

Binlerce insan bir anda evinden barkından olmuştu. 

Olsun, Türk olmak çok daha önemliydi!

 Ev yeniden yapılır ve alınırdı; ama yeniden Türk olunamazdı...

Ana vatana gelip toprağı öpen de oldu, evine geri dönmek isteyen de...

Nerde kalacaktı bir anda o kadar insan? Herkes akrabalarının yanına, hiç değilse kira bulana kadar sığındı.

Zaman yardımlaşma zamanıydı. Kiralık evler tutuldu, bir çok insanımız kısa sürede işe başladı; çünkü çalışmak zorundaydık...

Buraya geldiğimizde damarlarımızda akan Türk kanı yine kabardı. Kültürek çakışmalara maruz kaldık.

Aldırmadık! Işık ve umut vardı elimizde, içimizde, kalbimizde...

Çalışkandık. Çalıştıkça parladık; içimizdeki ışığı yaydık ve paylaştık.

Evlerden çıkıp kadınların da çalışabileceğini gösterdik.

Artılar getirdik hep, güzellikler bağışladık.

Kısa sürede biriktirilen paralarla arsalar alınıp, temeller atıldı.

Kirada yaşamak bize göre değildi. Evimiz olmalıydı, en güzelini alıp kullanabileceğimiz, kendi kapımız, bacamız olmalıydı.

Arkada çocuklar vardı, onlara bir çatı şarttı.

Anneannemin de babaannemin de müstakil evleri var. Bir çok göçmen ailenin müstakil evi var.

Ben göçmen konutlarında büyüdüm.

Göçmen çocuklarının çoğunun ortak noktasıdı neydi biliyor musunuz?

Boynumuzda bir ip olurdu, ucunda da evin anahtarı...

Unutmamanın en ideal yolu, gülümseyerek yazıyorum bu cümleleri.

Etrafınıza bir bakın, hadi 6 yaşında hangi çocuk okula tek başına gidiyor? Okuldan tek başına dönüyor, acıkınca yumurtasını pişiriyor, üstelik evde tek başına...

 Var mı böyle tanıdıklarınız? Hiç sanmıyorum, bizim annelerimiz ve babalarımız sürekli çalışmak zorundaydı. Güzel bir gelecek için!

 Biz yalnız büyümek durumunda kaldık. Söz dinlerdik, dünya daha güzeldi sanki o zaman ve tabii biz daha sağduyulu çocuklardık, daha farkında, daha bilinçli ve anlayışlı.

Şimdi mümkün değil hiçbiri, oysa yaşandı bunlar, hepsi gerçek.

Ne zaman birşeyden korksam, koşa koşa eve gelir, annemin işyerini arardım. Sekreter hemen bağlardı, annem de telefondan teselli ederdi seçe kalpli yavrusunu...

Böyle büyüdük biz, çok şımarık değilizdir, bir dilim ekmek, biraz lütenitsayla doyar, itiraz etmezdik.

Yokluğu da gördük, biliyoruz.

Bizim uğrumuza yapılan onca mücadelenin de kıymetini bilmeliyiz.

Türkiye'deki değerimiz ise zaman içinde şekillendi.

Göçmen olduğumuzu, Bulgaristan’dan gelen Türkler olduğumuzu daha net anlamaları Suriyelilerin gelmesiyle oldu. İşte o zaman anladılar birçok şeyi. Kıyas kabul edilemez...

Bence bizim kıymetimizi bıraktığımız topraklarda da anladılar; ama geç anladılar...

32 yılımızı, yeni baştan binlerce hikayeyle böyle yazdık.

 “Muhacirler kaybedilmiş topraklarımızın aziz hatıralarıdır.” Diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü hep kalbimizin üstünde taşıdık...

***

Fotoğraf: Süleyman Akman

Yazarın Diğer Yazıları