RUSÇUK GARINDA BİR TEYZE

1989 yılının haziran sonu. Tuna boyu sıcak, bunaltıcı sıcak. Viyana, Avusturya yolu kapandı. Kapıkule bizi bekler. Komşu ve akrabalarla vedalaşma zamanı. Ailemizin iki tarafında da en büyüğümüz, eşimin anneannesi. Onu son kez gördüğümü seziyordum. Davranışı, tavrı çok farklıydı. Çemberinin ucuyla gözyaşlarını sildi. Sesle ağlamadı. Torununu, tosunlarını okşadı, öptü. Son kez gözlerime derin derin baktı. İçimde sanki bir şey tersine döndü. Bir yaşam, bir insan ile ebediyen ayrılıyordum. Çok derin bir sezi idi.

PAYLAŞ
Misyon Gazetesi -

RUSÇUK GARINDA BİR TEYZE

1989 yılının haziran sonu. Tuna boyu sıcak, bunaltıcı sıcak. Viyana, Avusturya yolu kapandı. Kapıkule bizi bekler. Komşu ve akrabalarla vedalaşma zamanı. Ailemizin iki tarafında da en büyüğümüz, eşimin anneannesi. Onu son kez gördüğümü seziyordum. Davranışı, tavrı çok farklıydı. Çemberinin ucuyla gözyaşlarını sildi. Sesle ağlamadı. Torununu, tosunlarını okşadı, öptü. Son kez gözlerime derin derin baktı. İçimde sanki bir şey tersine döndü. Bir yaşam, bir insan ile ebediyen ayrılıyordum. Çok derin bir sezi idi. Yaşımı hatırladım.

“Yazgı sana imiş güveyi. Türkün bir ayağı hep üzengide. Sen durma, kuma kurtar çocukları" dedi...

…Ertesi gün. Rusçuk garı hınca hınç. O "Kara tren” buradan hareket ediyordu . Sonradan öğrendik; yolda dağlar arasında süzüle süzüle, ovalarda soluğunu kese kese, katar katar acı toplayıp, vardığı yere Dünya adı "Utanç treni" olarak varıyormuş…

Yolcular vagonlara binmeye, yerlerini almaya çalışıyordu. Anne babalarla kardeşler, evlatlar ayrılıyordu. Gözleri ağlamaktan şişmiş nişanlı bir kızın. Nişanlısı titrek, kendinden emin olmayan bir sesle: “Ağlama, biz de yolcuyuz" deyip teselli etmeye çalışıyordu. Evli olan ağabey “aileden hepsini" götürüyordu. Anne ve baba, askerlikte "kısılıp kalmış" küçük kardeşi bekleyeceklerdi. Biraz daha ötede kompartıman penceresinden trene bir sedye sokmaya çalışıyorlardı. Fotoğraf çektim. Yüzü incecik, mavi bereli aksakallı dede, yattığı sedyeden bana; Keşke salınmış eşekle beraber evde bıraksaydılar, diyerek acı acı gülümsedi...

Rusçuk garı hınca hınç. Her beş altı adımda köpekli, üniformalı biri. Copun vuruşu elimi kıracak. Fotoğraf makinem yere düşüyor. Üstüne çizme topuğu konup makineyi eziyor ve; "Başına bela mı arıyorsun? Bugün resim çekmek yasaktır, demediler mi sana?"

Tüyleri kabarmış bir köpek, bana aşağıdan sırıtıyor. Kadın çığlıkları duyuyorum. Vakit gelmiş. Sarmaş dolaş olan insanları, gidecek ve kalacakları ayırıyor, birbirinden uzaklaştırıyor. Garip bir sessizlik var ortalıkta. Tren düdüğünün uzun, çok yalnız, çok acı sesi, semaları yırtıyor…

Tren, bir türlü hızlanamıyor, sanki raylarda ilerlemek istemiyor. Tekerlekleri yerinden zor kopuyor. O an tren penceresinden gökyüzüne uzanan iki el, tüm kalabalığın gözlerini bir yere topluyor. Mavi gözlü, yuvarlak çehreli bir köylü kadın. Abla, ana, belki de yeni anne anneliğe adım atmış bir kadın. Elleri kınalı, parmaklar her halde çatlak. Çünkü bunlar çapa kazan, çocuk doğurup emziren, su veren, alın teri silen; bunlar bayram yahnisi pişiren, maden ocaklarında, Varna tersanelerinde gurbette çalışan, eşine "acele kuş kanadından mektup beklerim" satırları yazan el. Bunlar sevgiyi şefkati vermeyi bilen, bize uzanan ellerdi. Ne tanıdıktı bu eller! Biz bu elleri doğuşumuzdan biliriz...

Bu kadın ağıt yakıyordu. Söylediği sözler, önceden ezberlenen, bilinen değildi. Şimdi, şu anda içinden fışkıran, titreşen sözlerdi. Bu ses, bu haykırış, bu yakarış Tuna semalarına yükseliyor ve orada semalarda adeta donup asılı kalıyordu. İçinin en derinlerinden gelen bu ses, bu sözler insanın kalbini dağlıyordu. O sözler yazılara sığmayanlardan, hani bildiklerimiz, içimizde hep olanlardandı. O ses bizimle helâlleşiyor ama yalnız bırakmıyordu. O ses bizden ayrılıyor ama bizi daha güçlü kılıyordu...

"Ey, Türk Milleti! Ey, Müslüman Kardeşlerim! Tren acı acı ötse de, siz yanmayın! Yıkılı kalmayın! Karalar bürünmeyin! Teslim olamazdııık! Teslim olmadık! Dik duruuuun! Sağlıcaklaaaa…" Tren hala önümüzde ama ses dalga dalga geliyordu.

"Ey, Tüüürk! Ey, Müslümanlaaar! Kaadaşılarım, Kardeşlerim! İmanımıza, Allah'ımıza emaneeet !"

Kalabalık çıt kesilmiş, meydanda buz gibi donup kalmıştı.

“Ey, ana buba mezarıııı! Aklımız burada! Biz gene döneceeez! Kefenimiz buradadır bizim! Toz olup uçmaaa! Bekle bizi toprağıııım !"

Milletimden böylesini bilmiyordum. Sözleri kalplere kazınıyordu. Bir feryat, bir zafer haykırışıydı bu. Ezgisi de vardı içten gelen. Bir kadının ses titreyişi, bir dişi kurt uluyuşu sanki…

Hayatımda, ne daha önce ne daha sonra böyle dokunaklı bir şekilde, bir şeye bağlı, bir şeye ait olduğumu hissetmemiştim. Garda kalanlar sarsılmıştık. Sırtım diken dikendi. Boğazım kurumuş, yumruğum kendiliğinden sıkılıvermişti… Köpekli polisler yerlerine mıhlanıp kalmıştı. İçlerindeki insan, aldıkları emirler, beyin yıkamalar, kendi gözleriyle gördüklerinin, duyduklarının yanında cüce kalıyordu. Aralarında vicdanları tamamen ölmeyenler, hayal etmedikleri bir yüceliğin şahidi olmuş ve onun önünde adeta diz çökmüştü…

Kadının sesi dalga dalga uzaklaşıyordu. Koyu renkli çemberini başından söktü, sallamaya başladı. Tren, bakışlarımızı da yanına katarak, kadınla beraber, doğuya götürdü…

Kimdin sen Teyze?

İstasyonda kalan insanların kimisi "Ezerçe'li Hafız" dedi. Torlak’lı olsaydı, bilirdim. Kimisi “Ada Köylü”, bir diğeri “Kuyucak’lı”, bir başkası da “Karagözköylü” dedi. Kalova'nın, Işıklar’ın, Yunus Abdal'ın da sözü geçti. Oymakta adı geçmeyen köy kalmadı sanki. O gün gördüklerimi Hafız olan anneme de anlattım. Kadın Hafızlar birbirini tanır diye düşünmüştüm. Sordum, tarif ettim.

"Belki Hafız değildi, adını anmadığın bir yerden de olabilir, oğlum. Bir Türk Anası, bir Türk kadını ba evlâdım! Ben orada olsaydım, benim de içimden gelirdi" dedi.

. . .

Yıllar geçmişti. Küçük kız ocak başında bir şeyler yapıyordu. Dedesi ona; “Senin gibi ben de çocuktum bir zamanlar. Büyüyüp yetiştiğim o eski ocağa gideceğiz" demişti bir yıl önce.

Küçük kızı, anne ve oğlu olan babası ile birlikte köyüne götürdü. Torun kız avucuna eski, çoktan soğumuş olan külden koyarak, elini dedesine uzattı:

"O, Dede Korkut masalındaki küçük kız ben olsaydım, korları, ateşi buradan böyle taşıyacaktım, koruyacaktım, değil mi dede?"

Dedesi susmuş, torununun gözlerine bakıp kalmıştı…


Zakir Tete UZAY

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN