
Bir zamanlar
Sabri CON
Düşünceler alıp götürüyor insanı. Geçmişe, geleceğe…
Bugün sizi yollarda gezdireceğim.
Yarım yüzyıl gerilere gidiyoruz. Ehliyetim var, arabam var.
Ama şimdiki gibi herkesin elinde ehliyet, herkesin kapısında araç yok o zamanlar.
Köyde 3-4 kişide ya var ya yok. İhtiyacı olanlar ise çok. Bilhassa akşamları ani işler, ani hastalıklar, acil durumlar oluyor.
Öyleyse kapımda fazla insan görünüyor. Şuraya götür, buraya götür…
Ama neden sadece ben? 3-4 kişi daha yok mu? Var ama… O içmiş, bu içmiş… Ee, sen içmiyorsan böyle, başın çok ağrıyacak. Çekeceksin milletin kahrını!
Ne kahrı? Herkese yardım etmeyi seven bir “başak” çocuğu değil miyim ben?
Birilerine yardım etmeden rahat uyuyamayan değil miyim?
Yollarda yaya gördüm mü, tamam. Arabama buyur etmeden rahat etmem. Genç olsun, yaşlı olsun; kadın olsun erkek olsun, haydi buyur arabaya!
Bir defa tek başıma uzaklardan köyüme dönüyorum. Hava titiz. Rüzgâr ıslık çalıyor. Bulutlar ağladı ağlıyor.
Yolda bir yaya. Sırt çantası oldukça kabarık. Kendi de ağır sıklet. Üstü başı korkutucu. Saç sakal birbirine karışmış. Dağdan indiği belli.
Stop ettim, binmesi için kapıyı açtım, ön koltuğa oturmasını sağladım. Henüz iyi yerleşmedi ki, gözlerime dik dik baktı. Bir şüphe mi? Hiç aklıma gelmedi, korkmadım.
Düzgün Bulgarcası ile “Sen, dedi, filanca (adımı söyledi) değil misin?” Hayret! “Nereden biliyorsun?” dedim. “Yakında kitabını okudum, resminden tanıdım”. Ya, ne oluyor arkadaş? Sen kimsin, nesin? Adını söyledi. Bulgar’mış, şuymuş, buymuş…
Bir gece yolculuğundayım. Yol uzun. Köyümden 250 km kadar uzaklarda, zahmetli bir yolculuk. Zifiri karanlık yetmiyormuş gibi koyu bir sis inadına önümü kapatıyor. Soğuk dersen Sibirya marka. Ağaçlar buzlu. Arabanın camları zor nefes alıyor. Yavaş gitmek zorundayım. Eşim arkada. Saat, gecenin üç civarı. Durup dinlenmek olanaksız. İstemez misin, yolun kenarından zar zor yürümeye çalışan balaban bir erkek el sallıyor. İn midir, cin midir, düşünmeye zaman yok. Frene bastım, durdum. Sorusuz sualsiz adamı içeri aldım. Bulgarca teşekkür etti ve “Çok üşüdüm”, “uykusuzluktan da kafam çatlıyor” dedikten sonra kafasını omuzları üzerine saldı ve uyumaya başladı.
Biz sessiz, araba sesli, gittik, gittik…
Bir arada gözlerini açan yolcu “Az ileride inebilirim” dedi. Az ileride tekrar tekrar teşekkür edip indi ve karanlıkta kayboldu. Neredeyse güneş doğacaktı. Arabanın içi sımsıcak, içim rahattı.
Şimdi bana sorun, bunu niye anlattın da bizim kafamızı şişirdin deyin.
Bir zamanlardı o zaman. Şimdiki zamana bakalım. Şimdiki zamanda gündüzleri bile yolda yolcu almaya korkuyorum. Neden korkuyorum, bilin bakalım. Yolda yolcu alanların başına neler gelmiş, neler geliyor, biliyoruz. Taksi şoförlerinin yaşadığı korkunç ve acınası dramlar gözümüzün önünde.
“Demokrasi” insanları buzullaşmış, vahşileşmiş. Kimi kurt kimi ayı olmuş, kimi de canavar kaplana dönüşmüş.
Yürekler hop, hop titriyor. Kimin ne olduğu ne yapacağı belli değil.
Yolda sallana sallana yürüyen yolcuyu alamadığım için vicdanım sızlıyor, ama ne çare?
Zaman o zamandı! Ne zamandı o zaman?
Bunu söylemeye dahi korkuyorum.
Ama umutluyuz, bir zaman gelecek, her şey güzel olacak! Saygılar!