Bir zamanlar uçsuz bucaksız Dobruca

* Sakız beyazı tülbentten eşarplar başlarında, kadınlar her biri kara toprağın üstünde konmuş birer beyaz güvercin gibi duruyordu. Aralarındaki genç olanlar bir türkü tutturur, ortalığı şenlendirirdi.* '' Adi mare uuu, durun artık, acıktık, yimeycez mi ?'' ''Evvaa, ne de çabuk acıktınız mare?'' ''Yaaa, sabaa siz iki kişi kaşıkladınız koca tas taranayı, ama biz altı kişi oturiiz sofraya... '' ''Azcık töö poyasa kadar bali erseydik mare, gölgede yirdik ekmeemizi...''

PAYLAŞ

Uçsuz bucaksız Dobruca’nın bereketli tarlaları…

Ne çok çalışmıştı onlarda, Süleyman eşiyle birlikte, köylüce, hepsi bir arada.

Baştan muntazam bir sırada körpecik fidelerin ekiminden sonra, biraz boy atınca birkaç kez çapalanması, ardından rekoltenin toplanması. Mısırı, tütünü, yulafı, pamuğu ve buğdayı. Hepsi bu çalışkan köylülerin ellerinden geçiyordu...

Kurak geçen çok yaz mevsimler olurdu. O zaman köylüler çimenlik alanındaki Yandı Merası'nda bulunan tekkeye yağmur duasına giderlerdi. Gökyüzüne ve duaya açılan eller âminle sonlanınca, herkes evinden getirdiği yiyecekleri köydeşleriyle paylaşırdı. Genelde hep hamur işinden olurdu ikramlar, kırmalar, dızmanalar, pesmetler...

Ardından en eğlenceli kısmı başlardı. Evin en büyük oğlanları, oradaki Köprü Çeşme'nin oluklarında ıslatılıyordu. Kadriye, ablasının çok sevdiği en büyük oğlu İsmet'i saklamaya koyulurdu. Süleyman, ‘’Kaç çabuk, yatıracaklar seni suya!‘’ diyerek uyarsa da yakalanırdı. İsmet, her seferinde nasibini alırdı, oluklardaki buz gibi sulardan.

İlginç olan, her seferinde hava bulutlanır ve hakikaten yağmur yağıyordu. İsmet’in arkadaşı, kendisi gibi 12 yaşındaki Bulgar komşu oğlan Sandi sık sık onlara:

‘’Adi gene Âmine gidelim, hem yağmur yağsın, hem sizin pesmetlerden yiyelim, çok lezzetli onlar ‘’ diyordu.

O bereketli yağmurlardan sonra açılırdı tarla işleri. Sakız beyazı tülbentten eşarplar başlarında, kadınlar her biri kara toprağın üstünde konmuş birer beyaz güvercin gibi duruyordu. Aralarındaki genç olanlar bir türkü tutturur, ortalığı şenlendirirdi.

Öğlen vakti sarı sıcak çöktü mü, o dümdüz, gölgeden yoksun tarladan, bu defa yorgun bıkkınlık dolu ses yükselirdi:

‘’ Adi mare uuu, durun artık, acıktık, yimeycez mi ?’’

‘’Evvaa, ne de çabuk acıktınız mare?’’

‘’Yaaa, sabaa siz iki kişi kaşıkladınız koca tas taranayı, ama biz altı kişi oturiiz sofraya... ‘’

‘’Azcık töö poyasa kadar bali erseydik mare, gölgede yirdik ekmeemizi...‘’

"Poyaslar", düz arazileri onar hektar kare şeklinde bölünmüş olan, dört tarafı sıra sıra dikilmiş kimi yerlerde meşe, ceviz, bazılarında ise akasya ve erik ağaçlardan oluşan yeşillik alanlarıydı. Başlıca görevleri düz ovadaki rüzgârın hızını azaltmak ve bulutları çekerek yağmur yağdırmaktı.

Köylüler, onların gölgesinde karşılıklı çember içinde otururdu; açılır ekmek torbaları, çıkar meydana gazete kâğıdına sarılmış -onun da kokusunu almış, kendi ürettikleri peynirler, sabah bahçeden toplanmış yeşil soğan da yanında taptaze, köylülerin tabiriyle tendriz, tendriz...

Ateş kırması getiren olur, paylaşır herkesle hamur aşını...

Kana kana içilir buz gibi sular cam damacanalardan, dışı renkli naylon şeritlerle sepet gibi örülmüş olanlardan...

Yaklaşan Hıdırellez’den bahsedilir, yaz mevsimin müjdecisinden...

Ulu armudun asırlık anaç dallarına kurulacak olan salıncaktan bahsedilir, tatlı sataşmalar olur.

‘’Bakalım hangi yavukluları görcez bu sene birbirini sallarken ‘’ deyip...

Hatice ZAFER

"Başını dik tut" kitabımdan alıntı

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN