Bir Savaş Ve Göç Hikayesi...

*** Hiç bilmedikleri bir dünyaya yelken açmışlar. Çocukları yeni dünyaların insanları olmuş. Ama tortusu hep bir yerlerinde gizli, saklı kalmış eski yaşanmışlıkların. *** Dede, derim, kim ilk gelmiştir bu köye? Der ki: 'Sali Hoca diye birinden bahsederler. Kardeşiyle birlikte gelip yerleşmişler. Zamanla çoğalarak 145 haneye kadar çıkmışlar. Bir sürü değişik adlar, sülâlelerin adları çarpar kulağıma...

PAYLAŞ

Zaman ne kadar da acımasız. Öylesine hızlı geçiyor ki. Şimdi yokluklarıyla hayattayız dedelerimizin, ninelerimizi, anne ve babalarımızın. Sevinçli, mutlu, acılarla dolu bir ömür yaşamışlar. Kendilerinin olan,vatan diye belledikleri toprakları bir zaman gelmiş terk etmek zorunda kalmışlar.

Hiç bilmedikleri bir dünyaya yelken açmışlar. Çocukları yeni dünyaların insanları olmuş. Ama tortusu hep bir yerlerinde gizli, saklı kalmış eski yaşanmışlıkların.

Ne kadar da zor onlarla yaşananları yeniden düşünüp yazmaya çalışmak. Dua edilecek mezarlarından başka geriye hiçbir mekanları da kalmadı artık. Sadece anlatıları bir izdir şimdi kağıdın üzerinde ve onlarla yaşamı paylaşanların kalplerinde...

2012 yılında dedemle yaptığım bir söyleşiden derlediğim notların bir kısmıdır burada yazılı olanlar. Bir kısmı belleğimde, bir kısmı kayıt altında yeniden gözden geçirilmeyi beklemektedir. Çok şeyi birlikte paylaştığım dedem 2014’te hayatını kaybetti. Rahmeten vasıah...

‘’1920 yılı… Ya çiğdemlerin açmasının baharın gelişini simgelediği, ya da harman işlerinin yapıldığı, ya da leyleklerin köyü terk ettiği bir vakittir. Sonuçta 1920 yılında doğmuş dedem Rüstem Rahimov. I. Dünya Savaşı’nın sona erişinden iki yıl sonra Yugoslavya’da.

Yugoslavya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kalıntılarından ortaya çıkan ve 1990’lara kadar federatif yapısı olan bir ülkeydi. Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, Hırvatistan bu federasyonun kurucu üyeleriydi. Devletin merkezi bugün Sırbistan Federasyonu’nda bulunan Belgrad’dı.

İşte dedem Rüstem Rahimov, 1920 yılında Yugoslavya Federasyonu’na bağlı Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün Umova Köyü’nde dünyaya açmış gözlerini. Ailenin en küçüğü imiş. Şimdi 92 yaşında ve hâlâ kendi dişlerine sahip. Sert gıdaları verdiğinizde “Ohoo” diye gülüp “Ben bunları yiyemem” der, azıcık tadar ve geri verir. Yine de dişlerinden memnundur benim nur topu yumağı dedem.

Köye ne zaman geldikleri bilinmez. Ama buranın eskiden bir Rum köyü (dedem Rim der) olduğu söylenir. Köyde Romalılara ait mezarların olduğu da söylenir. Kim, neden, nasıl, nereden gelmiştir bu uzak ve yüksek diyara?

Ne işleri vardır bu Türklerin, bu Müslümanların burada? Hep merak etmişimdir. Dede, derim, kim ilk gelmiştir bu köye?

Der ki:

“Sali Hoca diye birinden bahsederler. Kardeşiyle birlikte gelip yerleşmişler. Zamanla çoğalarak 145 haneye kadar çıkmışlar. Bir sürü değişik adlar, sülâlelerin adları çarpar kulağıma. Bana çok değişik ve acayip gelir: Hocaevski (Hocaoğulları ki bizim sülâlemiz), İskenderovski (İskenderoğulları), Cavkoski gibi.”

Dedem, II. Dünya Savaşı başladığı sırada 19 yaşındadır. 19’unda evlenir ve ilk çocukları babam Mithat Rüstemov doğar. Almanlar Yugoslavya’yı işgal ederler. Dedem Alman müttefiki Bulgarlar tarafından ele geçirilir.

- Dede, bize II. Dünya Savaşı’na nasıl katıldığınızı, savaşla ilgili anılarını anlatır mısın?

- 1941-42-43’te Bulgaristan’daydık. 1944-45-46-47 de ise Yugoslav ordusunda askerlik yaptık. Tito’nun emrindeydik. 1947’de terhis olduk. 1951’de 3 aylığına Yugoslav hükümeti bizi yeniden askere aldı. Alamanya Yugoslavya’yı işgal etti. Bulgarlar Yugoslavya’dan bizi çalıştırmak için kendi ülkelerine götürdü. Sözde asker deyip aldılar ama işçi olarak çalıştırdılar. Evimizden alıp götürdüler. 19 ay maden kömüründe, ocaklarda çalıştırdılar. Kazma, kürek verip demiryolu, karayolu ve tünel yapımında çalıştırıldık. Bizim köyden 9 kişi Bulgaristan’daydık. Ayrıca başka köylerden de Bulgaristan’a insanlar götürüldü: Arnavut, Türk, Makedon vs.

- Peki oraya nasıl götürüldünüz?

- Yük vagonlarında üst üste, aç susuz yol aldık. Bir hayvan vagonuna – hayvanların da olduğu - 60-70 kişi konularak yola çıktık. Yine aynı tip vagonlarla köyümüze döndük. Alamanlar bütün istasyonları işgal etmişler. 24 saat istasyonda Alaman izin vermediği için beklemek zorunda kaldık.

- Bulgaristan’da yaşamınız nasıldı? Ne yediniz, nerede yattınız?

- Çok açlık çektik, pislik çektik. Tifüse yakalandık. Çok arkadaşlar gittiler. Bulgaristan’a gidince bizi bir odaya koydular. Odada saman var. Ve bitler geziyor. Yıkanmak diye bir şey yok. Dere bulduğumuzda buz gibi olmasına bakmadan giriyorduk. Başka yıkanmak yok. Bulgar zabitlerinde bile bit var. Görüyoruz ki üstlerinde bit geziyordu. Yemek ise kuru ekmek, peksimet, konserve ama kim bilir kaç senelik. Dalmaçya’da hayvan pancarını kurutmuşlar, kazana döküyorlardı. Ama onlar yenemeyecek kadar kötü. Bir ekmek veriliyor, somun yani. Ama 5 kişiye.

- Subaylar size nasıl davranıyorlardı?

- Yüzlerimize ayakkabıları ile bastılar. “Siz kötü Osmanlı Türklerisiniz. Onlar bizim topraklarımızı işte böyle çiğnemişlerdi. Biz de sizin suratınıza basıyoruz.” Aşağılamalarına boyun eğmek zorunda kalıyorduk.

- İbadetlerinizi yapabiliyor muydunuz?

- İbadetlerimize esirlikte izin yoktu. Ama Yugoslavya’ya geldik. Yugoslavya’da askerlik yaparken bir sene izin verdiler. Daha sonra yasakladılar. Komünizam işte. Bulgaristan’da açlıktan oruç da tutamadık.

- Bulgaristan’da karşılaştığınız diğer zorluklardan bahseder misin?

- Yol kazarken kafanı kaldırdığında arkadan sopayı indiriyorlardı. “Çalışın, geberin” diyorlardı. Gece bile çalıştırıyorlardı. 9 mikâp kazmak zorundasın ve kazdığını da sürekli ölçüyorlardı. Sonra 6 metre yüksekliğe arabalar ile kumu taşımak zorundaydık.

- Aileniz ile haberleşebiliyor muydunuz?

- Bulgaristan’da iken okuma-yazma bilen arkadaşlara yazdırıyorduk. Okumam yazmam yoktu. Tito’nun komünizması zamanında zorunlu olarak okuma-yazma öğrendik. Savaştan sonra Türkiye’deki akrabalarımıza kendimiz yazıp gönderdik.

-Hiç ekmek çaldınız mı? (Dedem, burada gülüyor. Eli ile boşver yapıyor. Çünkü söyleyeceği isim çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş. Ardından belli ki konuşmak istemiyor. Ama biraz zorlayınca…)

-Mecburen çalıyorduk. Yetmiyordu. 250 gr ekmek veriliyordu ve 5 kişi paylaşmak zorundaydık. Ben çalmadım. Abdullah Aga vardı. Allah rahmet eylesin! Açtık, aç! Arkadaşlardan birisine, Arnavut idi, evden ekmek göndermişler. Benim arkadaş Abdullah Aga, ekmeği kesip, büyük bölümünü almış. Sahibi fark edince sormuş kendisine; ama, o bilmiyorum demiş. Çiğ darı, çiğ fıstık yedik. Çalıyorduk, mecburen; çünkü, açtık. Yol kazarken darı tarlası gördük ve hücuuum, daldık. Amma ne yemişiz. Tabi bağırsaklar iflas. İshal mahvetti bizi…

- Tito döneminden bahseder misin?

- 1944’te Bulgaristan’dan Yugoslavya’ya geldik. Ama bu sefer Tito yakaladı bizi. Askere aldı.Savaştan sonra askerlik düzene girdi. Orduda yemek vardı. Ancak ayrı kazan yok. Müslümanız diye bize ayrı yemek çıkarmıyorlardı. Allah affetsin. Domuz eti pişen kazandan da yemek zorunda kaldık. Tito komünizam kurdu. Komünizama karşı gelenleri hapsettirdi. Çok insan da astılar. Türkler, Türkiye’ye kaçmak istedi. Yakalananlar doğru içeriye.

- Köyünüzde Kolhoz ve Solhozlar kuruldu mu?

- Bizim köyde kooperatif yoktu. Çünkü arazi verimsiz. 3 sene bu sistemi sürdürdüler. Kollektiflik nedeni ile halk açlık çekince dağıtıldı. Sonra aylıklı, maaşlı yönteme geçince iş açıldı. 7 sene çalıştım. Kimin toprağı yoktu 300, çocuğu olana 200 lira çocuk yardımı yapılıyordu. Mikâpla çalışıyorduk. Ne kadar çalışırsan o kadar ücret alıyordun. İki inek aldık, kendimizi toparladık.

Türkiye’ye geçiş izni verildi. Türkiye’ye gelmek isteyenler postanede rey atıyordu. Türkiye’de kimin akrabası varsa kimliklerinizi gönderin, vesika yapsın siz de gidebilirsiniz, dediler. Adnan Menderes ile Tito anlaşma yapmış (1953). İsteyen Türkiye’ye gidebilir. Gitmek istemeyen kalabilir. Tito, “Kimseyi kovalamıyorum.” dedi. 1958’de biz de göç edip buraya geldik ve İzmir Buca’ya yerleştik. Köyde 145 hane vardı. Hiç kimse kalmadı, olduğu gibi Türkiye’ye geldi.

- Neden köy olduğu gibi göç etti?

- Akraba gelince onun ardından diğerleri. Diğerleri, derken ötekiler ve köy boşaldı. Türk bayrağı, Türk bayrağına, Türk bayrağına geldik. Rüyamda bile gördüm. Osmanlı bayrağı üç yıldız(Dedem burada öyle bir coşuyor ki sanırsınız savaşa gidecek ). Burada biz yaşadık. 50 sene oldu çok şükür. Orada da yaşadık ama burada daha iyi. Savaştan önce krallık zamanında daha çok serbestlik vardı. (II. Dünya Savaşı öncesi)

- Size eğitim veriliyor muydu? ( Babam burada söze karışıyor…)

- Köyümüzde okul vardı. Öğretmenleri Makedon ve Türk idi. Yugoslavya ve dünya tarihi, coğrafya, okuma-yazma ve matematik vardı. Türkçe dersi yoktu. Kril alfabesini öğrendik. Türkçeyi, Latin harflerini Türkiye’ye geldikten sonra öğrendik. Orada yerel dillerden Makedonca’yı konuşurduk. Türkçe hiç bilmiyorduk. Oysa Üsküp’te yaşayan akrabalarımız Türkçe konuşurdu.

- Köyün durumu savaş sırasında ne haldeydi?

-Açlık.Hem de ne açlık. 1941’den 1947’ye kadar perişan etti hepimizi. 1 kg un lazım. Para var ama un bulunmuyor. 45 km uzaklığa gidiliyor. Un bulunuyor ancak bu sefer korucular onları yakalayıp unu ellerinden alıyordu. Savaş işte. Alamanya 18 ülke işgal etti. Savaş sonrasında değirmende çalışmaya başladım. Kapı vurulurdu. Birisi derdi ki: “Gezdim, gezdim bir kilo un bulamadım.” Verirdim. Çocukları var, aç. Bekliyorlar. Neler çektik neler…Kızkardeşim vardı. Gelirdi,’’Rüstem bi tabak un ver,sonra parasını verecem ,derdi. Çıkartıp verirdim. Ama para yok. Çocuklar evde aç. Ne yapcan?Bir gün sonra yine gelirdi. Bir tabak ,derdi. Parayı sonra verecem, derdi...Ne zamanlar geçirdik. Sadece o değil,bütün köylü öyle.Sonra benim değirmende kapandı. Devlet fırınlarda ekmek dağıtmaya başladı. Kuponla veriyorlar ilk önce. Bekliyordum akşama kadar, ancak 2 ekmek alıyordum, çocuklara götürmek için. 2 ay içinde 2 çocuk öldü.

- Senin çocukların mı?

-Evet, 3 yaşında kız, Hüsniye; 5 yaşında oğlan, Zendel. Bir hastalığa yakalandı kız. Ellerinde ve yüzünde bir çatlak oldu. Sivilcelendi ve öldü. Kızamık gibi bir şey ama sadece el ve yüzünde var, başka hiçbir yerinde yok.

- Türkiye’ye geldikten sonra bir daha köye gittin mi?

- Hayır, yok yok! Akraba yok. Kimse yok.

- Gidip yeniden görmek ister misin?

-İsterim ama kimi göreyim. Mezarlıklar var sadece. Annem, babam, kardeşlerim, çocukların mezarları var. I. Dünya Savaşı’nda 2 tane kardeşim gitmiş. 16 yaşında Hüsniye, 11 yaşında Rüstem. Açlıktan ölmüşler. Köyde büyükler anlatırdı. Köyden günde 3-4 cenaze gidiyor, kolera hastalığından dolayı. 2 kardeşim 2 hafta içerisinde gitmiş. Sen 3. Hüsniye’sin. Birincisi kız kardeşim I. Dünya Savaşı sırasında, ikincisi kızım 2. Dünya Savaşı döneminde öldüler. Dokuz kardeş idik. En küçükleri idim. Ve şu an sadece ben hayattayım.

- Biraz ailenden bahseder misin?

-Babam 1880 doğumlu. Osmanlı Devleti’nde savaşmış, Balkan Savaşları’nda. Balkan Savaşlarını kaybedince Osmanlı, Makedonya’dan çekilmiş. Abim o zaman 12 yaşındaymış. O anlatırdı. O zaman da çok açlık varmış. Kumanova vardır. Balkan Savaşları‘nda Kumanova’ya yemek içmek getiriyorlar ama silah yok. Bir Osmanlı kumandanı kalkmış demiş ki: “Ey evlatlar! Osmanlı bitiyor. Kimin evi yakın ise kaçın, gidin. Kimin uzak ise Allah yardımcınız olsun.” Ondan sonra ordu dağılmış. İngiltere, Fransa ve Alaman, Bulgarları Makedonya’ya getiriyor. Yani buraları Bulgarlara veriyorlar. Sonradan Yugoslavya’ya verilmiş. Artık temelli Yugoslavya’da kalıyor. Bizim köye yakın gavur köyleri vardı. Osmanlı’da askerlik yapmışlar. Diyorlar ki ,’’Hey gidi Osmanlı hey… Bir daha Osmanlı gibi bir karavana gelmez.’’ O gavurlar Mısır’da esir kalmışlar. Osmanlı düşünce gemi ile İstanbul’a gelmişler. Anlatıyordu bize ‘ İstanbul’da bir sene çalıştım. Para kazanayım ki eve geleyim. Bir beye çalıştım. Bey dedi ki, ‘ Otur burada. Ne yapacaksın Makedonya’da? ‘ Biz ille gidelim, dedik. Makedonya’ya geldik. Osmanlı zamanında geliyor tahsildar vergi toplamaya. Beyim, padişahım çok yaşa. Bu sene para yok, seneye diyorduk. Tamam deyip gidiyorlardı. İşte Osmanlı böyleydi.’’ O zamanlar çiftlik beyleri varmış. Onlar ne derse o olurmuş. Bulgar çeteleri başlayınca toplanmaya, o beyleri teker teker vurmuşlar. Osmanlı gidiyor, parçalanıyor diye yapıyorlardı. Zulüm yapmaya başladılar. Çetecilik yapan gâvurlara ben yetiştim. Bir öğretmen vardı çeteci, büyük bir öğretmen. Osmanlı çekilip Bulgar gelince o çetecilerin hepsine maaş bağlamış. Ona, ‘’Büyük Öğretmen Kaksal’’, diyorlardı. Değirmene geliyordu. İhtiyardı… Elinde sopayla…

1942’de Bulgaristan Yanbol’daydık. Tunca diye bir nehir vardı. Köprü yapıyorduk. “Yapın, yapın. Buradan Türk askeri geçecek” diyorlardı. Kaçmak istedik. Öyle ki eziyet veriyorlardı. Ancak arkadaş, eğer Türkiye’ye kaçacak olursak ailemize zarar verirler deyince vazgeçtik.

- Köyünüz hakkında bilgi verir misin? Ne zaman oralara gelmişsiniz?

-Konya’dan gitmişler. Fatih döneminde diyordu büyükler. Önce Arnavutluk yakınlarında Prizren’e, Reka’ya bağlı Vrabnisa diye bir yere. Sonra Üsküp Umova’ya yerleşmişler. Umova eski bir Rim (Rum) köyü. Hıristiyan mezarları varmış. Sonra mezarlığı tarla yapmışlar. Adamın biri taşları bir yana yığıp tarla açmış. Ama adam Türkiye’ye geldikten sonra sakatlanıp ölmüş. Mezarlığı tarla yaptığı için çarpıldı,derlerdi. İhtiyarlar köydeki kiliseyi bile görmüşler. Onu da yıkıp tarla yapmışlar. Gavurlar köyümüzde para olduğunu söylerlerdi. Ama hiçbir şey bulamadık. Şimdi o topraklar bomboş duruyor. Gidip sahip çıksak devlet bize verecek ama ne yapalım ki…

- Köyde geçiminizi nasıl sağlardınız?

- Buğday, tütün, arpa ve mısır yetiştirirdik. Hayvancılık az idi. Kiminde var üç beş tane kiminde bir iki keçi. Fakirlik… Fakirlik çok. Ben yetiştim, on tane keçimiz vardı. Ben büyüyünce kuzu aldık. Sekiz on koyun oldu. Fakirlik be, fakirlik idare etmiyordu. Kır yeri yamaç. Yağmur yağdığında her şey bitiyordu,yapmayınca felaket. Onun için buraya geldik. Yaşamak yoktu fazla.

- Köyde yatır, şeyh var mıydı?

- Üç tane yatır vardı. Ömer Şeyh, Yunus Şeyh ve Zeki Şeyh. Bunlar Melami şeyhleriydi. Anlatırlar ki kaçaklar gelip köye girmek istemişler. Köyün yanına gelince karşılarına bu şeyhler çıkmış, girememişler. Bizim köy boş değildi.

-Tekke var mıydı?

-Vardı bir Melami tekkesi.(Dedem Melami Tekkesi dedi ama bildiğim kadarıyla Melamilikte tekke yoktur.) Ancak tekkeye değişik değişik tipler gelmeye başlayınca köy halkı uzaklaşmış. Bizim sülaleden kimse tekkeye gitmezdi. Tekke köyün altında idi, derenin yanında. Ne güzel suyu akardı. Üç çeşme vardı. Seçim zamanı. Ben hatırlıyorum on yedi, on sekiz yaşlarındaydım. Partililer dediler ki köye el atacağız. Su için çeşme yapın dedik oyumuzu size verelim. Demir borular getirdiler. 1000-1500 metre boruları hayvanlarla getirdiler. Usta da geldi, biz hep birlikte çukurları kazdık. Usta da bağladı. Yol üstünde çeşme yaptılar.

-Melami tekkesi hakkında bilgi verir misin?

-Anlatırlar ki, Balkan Savaşları Dönemi. Benim babamın babası savaşa gitmiş. Geride eşi ve iki çocuğu kalmış…

-Dedem sağ olasın. Senin anlatacakların bitmez, benim ise sorularım. Her şey için teşekkürler.Özellikle bana kattıkların için.

Ve dedemden güzel bir tebessüm. Önemli değil dercesine, sevgi dolu…

Hüsniye ENGİN

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN