Ayrılık - Nihat Altınok

Ayrılık


Bir pazar günü sabah erkenden, Mehmet'in eski gece lisesi öğrencilerinden doğrama atölyesinde çalışan 15 kişilik bir grup, Mehmetler'e uğradı.

Kocaman birkaç sandık hazırladılar. Yağmur suyu almasın diye içlerini özel naylonla kapladılar. Ivır zıvır, kap kacak, bu sandıklara yerleştirilecekti. Yemekler yenip buz gibi biralar içildi. Çok hoş ve esprili bir sohbetten sonra vedalaştılar.

Mehmet, hemen işe koyuldu. Sandıkları kendi elleriyle bir ecza dolabı gibi doldurmaya başladı. Sabahtan akşama kadar, günlerce bıkmadan usanmadan, her şeyi yerleştirdi ve listelerini çıkarttı.

Her gece bir yerlere davet ediliyorlardı. Eş dost, hısım akraba, kardeşler, yeğenler, sırasıyla veda partileri veriyor, hediyelerini sunuyorlardı. Yörenin gelenek görenekleri böyleydi.

Artık her şey tamamlanmıştı. Bir hafta öncesinden Kırcaali treni vagon amirine teslim edilmesi gerekiyordu.

Birçok kuruluşun zorluk çıkarmasına rağmen, Ardinolu otoriter isimlerden, Kooperatif Başkan Yardımcısı Jivko Dobrev, çok yardımcı oldu.

O, bir dosttu. "Mehmet Öğretmenin sayesinde, kızım Rus Filolojisini kazandı," diye herkese gururla anlatıyordu. Hiç çekinmeden kooperatiften Mehmetlere bir bagaj kamyonu tahsis etti.

Caddede toplanmış gençler, hiç acizlik getirmeden, bagajı yüklemede yardımcı oldular. Akşamüstü bagajı vagona yerleştirdiler. Sandıkların gizli bölümlerinde sadece kitap aradılar. Vagon amiri, kapıyı kapatmak üzereyken, Mehmet'in kardeşi Cevat geldi. Küçük ama çok sempatik bir motosiklet getirdi. Zor da olsa, onu da bagaja dahil ettirdiler. Geceyi Kırcaali'de Cevat'ta geçirdiler ve kafaları iyice tüttüler...

Mehmet, kendini bir kuş gibi hafif hissetti. Son günlerini ve son geceyi eşi Perihan ve çocuklarıyla birlikte köyde geçirdi.

19 Haziran 1978 sabah güneşi karşı tepelerde parlıyordu. Komşularla vedalaştılar. Babası, annesi ve kardeşleri, onları Kırcaali'den uğurlayacaklardı. Ancak Lütfiye Nineden ayrılmak çok zor oldu. Peşin iğne yaptırmasına rağmen bir türlü kopamıyordu.

Gayrak Tepesi'ne vardıklarında, Mehmet durdu. Arkaya dönerek, bir kez daha, karşı dağları, tepeleri, yaylaları, şırıldayan dereleri, vadileri, koca çayırı, aşağı tarlaları, kaya harmanı, bahçeleri ve karşı mahalleleri ve kendi mahallesi Hacıoğulları'nı süzdü.

Kara öküzü, sarı ineği, anıran eşekleri, havlayan köpekleri, meleyen minnacık kuzuları, komşularını, yaşlı gözlerini silerek, el sallayan babaannesini hâlâ görüyordu.

Aladağ'a baktı. Buğulu gözlerle sanki sitem ediyordu Aladağ:

"Demek, bıktın usandın da bizi terk ediyorsun! Oysa biz seni bağrımıza basmıştık! Yeşil çimenlerimiz üzerinde az mı yuvarlandın? Yalınayak, başıkabak az mı koşuştururdun? Buz gibi sularımızı kana kana nasıl içtiğini unuttun mu yoksa? Tertemiz, mis gibi havayı ciğerlerine nasıl çekiyordun? İlk aşkını, ilk erkekliğini bizim bağrımızda hissetmedin mi?"

Aladağ'ın tepelerine çöken sis, bir denizi andırıyor gibiydi. Yoksa Aladağ ağlıyor muydu?

Mehmet bir acayip olmuştu. "Ne biçim duygulardı bunlar Ya Rabbim?"

Güneş gözlüklerini indirdi. Bir daha arkasına bakmadan, anayolda bekleyen taksilere doğru ilerledi.

Eğridere'ye ( Ardino ) indiklerinde meydan tıklım tıklımdı. Her şeye rağmen Bulgarı-Türkü, öğrencisi-öğretmeni, genci-yaşlısı, birçok insan onları uğurlamaya gelmişlerdi. Arkalarından komşuları Sıdika ve Zlatka su dökmeyi bile ihmâl etmediler.

Esas curcuna Kırcaali tren istasyonundaydı. Sanki panayır yeriydi. Ağlamalar, sızlamalar, kahkahalar etrafı çınlatıyordu. Vedalaşmalar tabii uzun sürdü. Annesinin ikinci iğnesi yapılmasına rağmen, ağlamaktan gözleri şişmişti. Kız kardeşleri de ondan aşağı değillerdi. Eski öğrencilerinden bir grup, Mehmet'e bir sepet çiçek demeti sundular.

Dünya güzeli, dediği, öğretmen arkadaşlarından Pınar'ın Mehmet'i içine çekercesine dudaklarından öpmesi, unutulacak gibi değildi...

Nihayet akşamüstü tren ağır ağır hareket etti. Canavar düdüğün sesi, etrafta yankılanıyordu. Tekrar bir telaş, bir koşuşmadır başladı. Tren uzaklaşırken, anneler, babalar, kardeşler, dostlar hâlâ mendil sallıyorlardı. Mehmet de cebindeki beyaz mendili çıkartıp sallamaya başladı. Ne var ki, kara trenin insafı yoktu. Virajı aşar aşmaz, gözlerden kaybolup gitti...

Sıkı dur, analarımızı bıraktık, sana geliyoruz Ana vatan!"

Bütün gece bakırdan dökülürcesine yağmur yağdı, bagaj vagonları su aldı, diye yolcular çok rahatsız oldu.

Edirne'ye vardıklarında yağmur dinmiş, güneş hayli yükselmişti. Türk yetkililer, kompartımanlardaki konuklarını selâmlıyor, herkesi isim listelerine göre kontrol ediyorlardı. Neden sonra trenden indirip, toplu halde, kafileyi muhacir konutlarına doğru götürdüler.

Hâlâ ağlayanlar, toprağı öpenler, toprakla yüzünü yıkayanlar vardı. Mehmet dimdik yürüdü. Sadece gözleri, konut girişindeki pankarta takıldı. Fevkalâde güzel bir el yazısıyla yazılmış şiarı okudu:

"Ana vatan, sizi şefkatle kucaklar!" diyordu.

Altında da M.K. ATATÜRK, yazıyordu.

Bedeninin derinliklerinden gelen bir duygu seli, gözlerinde ıslanıp, şakaklarından aşağı doğru yuvarlanarak, Ana vatan toprağına karıştı...

ALADAĞ'DAN ÇIKTI YOLA romanımdan bir alıntı.

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI
23Mar

Bir fotoğrafın öyküsü

10Mar

YÜCE DAĞLAR

18Ara

Ayrılık

18Ara

Naci'nin mezarı başında

14Ekm

Tolstoy'un sadeliği