Leyla ÖNER

Meşe Gölgesindeki Yüzyılların Tanığı

Leyla ÖNER

LEYLA'NIN GÜNLÜĞÜ

Gittiğimiz köy, Yunanistan sınırına çok yakın, Pomakların yaşadığı bir yerdi. Oraya adım attığımızda, ilk olarak köy camisinde gördüklerimiz dikkat çekti. Caminin duvarlarında Arapça yazılı taşlar vardı. Bu taşlar, Pomakların ne kadar eski zamanlardan beri Müslüman olduklarını gözler önüne seriyordu. Hatta Osmanlı’dan bile önce İslam’ın bu topraklara geldiğini anımsatıyordu.

Daha sonra köyün mezarlığına gittik. İşte asıl bizi düşündüren ve sarsan yer orası oldu. Çok büyük bir alan mezarlık için ayrılmıştı, fakat düzen alıştığımız gibi değildi - aile değil, sülale mezarlıkları vardı. Her sülalenin, kendi bölgesi bulunuyor, cenazeler de o bölgeye defnediliyordu.

Mezarlığın en çarpıcı yönü sadelikti, taşların çoğunda isim bile yazılı değildi. Mermerden yapılmış süslü taşlar yoktu. Eski mezarların taşları, bölgede çok yaygın olan sıradan taşlardandı. Yalnızca kimi mezarların başında büyük çınar ağaçları yükseliyordu. Meşe yavaş büyür, oradaki asırlık gövdeler, tıpkı eski taşlar gibi, İslam’ın bu topraklara çok eski zamanlarda geldiğinin canlı tanıklarıydı.

Fakat bir şey aklımızı kurcalamadı değil, bu kadar zengin bir köyün mezarlığı neden bakımsız görünüyordu? Bizim gelişen Türk kültürümüzde mezarlıklar pırıl pırıl olur, taşları mermerden yapılır, üstleri çiçeklerle süslenir, ziyaretler ihmal edilmez…

Biz böyle görmüş, böyle yaşamışız. Oysa buradaki mezarlık adeta doğanın bir parçası olarak bırakılmıştı. Kimse taşları parlatmamış, kimse süslememiş, sanki önemsenmiyor gibiydi…

Belki de düşüncemizin tam tersi doğruydu. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün sözleri geldi aklımıza:

“Mezarlıklar süslenecek yerler değildir. Ziyaretler ve ölenlere Kur’an okumak caiz değildir. Mezarlıklara sadece bir gün bizim de burası son evimiz olacak diye bakmak için gidilir. Kur’an, yaşayanlar içindir…”

Sanki bu köydeki insanlar, bu anlayışı hiç bozmadan yaşıyorlardı. Mezarlığı süslememişler, çiçeklerle bezememişler. Onlar için mezarlık, gösterişten uzak, sadece “hayatın son durağını" hatırlatan bir yerdi. Belki de gerçek sadakat buydu, dini en yalın haliyle, hiç değiştirmeden, süslemeden yaşamak…

Çektiğimiz resimlere bakınca da, bu duygu daha da güçlendi: Köyün zenginliği, tertemiz evleri, büyük yeni yapıları; Yolların kusursuzluğu, pırıl pırıl dükkan camları;

Bütün bunların yanında sade, sessiz ve bakımsız görünen ama aslında yüzyılların tanığı olan mezarlık.

Oradaki taşlar ve çınarlar bir şey söylüyordu bize: Gerçek tarih bazen mermerde değil, en sade taşta saklıdır. Gerçek iman da süste değil, yalınlıkta…

Yazarın Diğer Yazıları