
Göçmen, iki arada bir derede kalmış...
Leyla ÖNER
LEYLA'NIN GÜNLÜĞÜ…
Bizim yerler ama değiller…
Doğup büyüdüğün topraklara yıllar sonra dönmek kolay değil.
Her sokağı ezbere bilsen de, her ağacın gölgesini hatırlasan da, insanlar değişmiş, sen değişmişsin.
Bir köye dışarıdan gelen kolay kolay kabul edilmez, biz de kendi köyümüze döndüğümüzde bazen öyle hissediyoruz.
Yabancı gibi…
Halbuki burası bizim yerimiz ve toprağımızdı…
Bizim çocukluğumuz, bizim komşularımız, bizim anılarımız vardı burada.
Ama şimdi “bizim” dediklerimiz, başka birilerine ait olmuş.
Bizim can sandıklarımızla aramızda ince, görünmeyen bir perde var artık.
Ne tam içindeyiz, ne de dışındayız.
Göç dediğin sadece yer değiştirmek değil.
İnsan, bazı duygularını orada bırakıyor, bazılarını da yanında taşıyor ama hiçbir yere tam sığdıramıyor.
O yüzden tuhaf bir sessizlik çöküyor insanın içine döndüğünde.
Ve o sessizlikte bir tek cümle yankılanıyor:
Bizim yerler ama değiller…
Dünya içinde dünya yaratıyor insan.
Bir zamanlar ait olduğu yerden uzaklaştığında, kendine yeni bir yer, yeni bir çevre, yeni bir “ben” kurmak zorunda kalıyor.
Zaman geçiyor, alışkanlıklar değişiyor, yemeklerin tadı bile farklılaşıyor.
Ama içinde bir yerde hep o eski sokak, o eski kapı, o tanıdık ses yankılanıyor.
Sonra yıllar sonra dönüyorsun ve fark ediyorsun ki, sen artık o dünyanın parçası değilsin.
Senin yerinde başkaları var.
Senin bildiğin evin bahçesinde başka çiçekler büyüyor.
İnsan, kendi yerinde nasıl yabancı olur?
Kaç yıl gerekir bunun için?
Beş mi, on mu, otuz mu?
Belki de mesele zaman değil.
Mesele, gidenin başka bir dünyada tutunmak zorunda kalması.
Ve tutundukça, ister istemez köklerinin yerini yavaşça unutması.
O yüzden döndüğümüzde öylece kalakalıyoruz:
Ne tam burada, ne tam orada…
Bir çizginin üzerinde, geçmiş ile bugün arasında.
Ve yeniden fısıldıyor içimiz:
Bizim yerler ama değiller...
Baba evi diye bir şey vardı.
Geriye belki de sadece bir baba evi kalmıştır.
Bir zamanlar sobanın başında çorba içilen, kapıdan girenin kim olduğuna bakılmadan sofraya oturtulduğu o ev…
Artık sessizdir.
Yıkılmaya yüz tutmuştur belki, ama hâlâ sığınacak tek yer gibi gelir insana.
Ama giremezsin.
Çünkü artık kapısını seninki değil, başka bir kardeşin anahtarı açar.
Çünkü yıllar, yollar, uzaklıklar araya girerken en çok da kalpler bölünmüştür.
Anne ya da babanız, belki de sen uzaktayken son nefesini onun yanında vermiştir.
Ve o da, bunu bir hak saymıştır.
Ev artık onun olmuş, senin duyguların, senin çocukluğun, senin hatıraların yok hükmüne düşmüştür.
Ne zaman gitmeye niyetlensen, “Sen nereden çıktın şimdi?” bakışıyla karşılaşırsın.
Evini ziyaret edemezsin, çocukluğuna uğrayamazsın.
Bir zamanlar hepimizin olan o baba ocağı, sessizce bir kişinin “malı” olmuştur.
İçindeki fırtına dinmez o an.
Ne evin duvarları kaldı eskisi gibi sıcak, ne de kardeşlik…
O yüzden dönmek acıtır.
O yüzden “bizim” dediğin şeylere artık “biz” değilsinizdir.
Ve için için sorarsın kendine:
“Kaç yıl uzak kalmak yeter, insanın kendi evine yabancı olması için?”
Cevabı yoktur.
Sadece içinden geçer şu cümle:
“Bizim yerler ama değiller...
Bizim ev ama artık giremiyorum.”
Mahalledeki çocuklar seni tanımaz.
Yeni nesil sana “misafir” der, çünkü seni ilk defa görür.
Eski komşular vefat etmiş, yerlerini başkaları almış.
Giden senden kopmuş, kalan seni unutmuş.
Sadece sen, arada bir gelerek o geçmişi canlandırmaya çalışırsın — sessizce.
Ve fark edersin ki:
Artık yaşayanlardan çok, mezar taşları tanıdık geliyor.
Yüzlerini hatırladığın insanlar, çoktan toprağa karışmış.
Sokakta değil, mezarlıkta buluyorsun eski hayatının izlerini.
Bundandır belki de, göçmenlerin atalarının mezarlarına olan düşkünlüğü.
Çünkü yaşarken bulamadıkları mensupluğu, ancak ölülerine sarılarak hissedebiliyorlardır…
İnsan, tam olarak kabul görmediği yerlere değil; anılarına, çocukluğuna ve kaybettiklerine döner aslında.
O yüzden mezar taşları tanıdık gelir.
Çünkü bazı yerlere artık sadece hatıralarımız ve dualarımız girebilmektedir.
İki arada bir derede kalmış göçmen…