Göç yollarında kaybettiklerimiz ve edindiklerimiz
Leyla ÖNER
LEYLA'NIN GÜNLÜĞÜ…
Çoğumuzun çocukları, çocukluğunu kaybetti; fakat karşılığında kimlik kazandılar.
Gençliğin heyecanını kaybedenler, olgunluk ve terbiye kazandılar.
Göçmen kızları, çok zor şartlarda yaşayıp çalıştılar ama üstesinden geldiler.
İtibar kazandılar belki, ama içleri boşaldı…
Aşkı tanımadan evlendiler; “el alem ne der” , laf olmasın diye, kulp takılmasın diye…
Eğitimlerini tamamlayamayanlar oldu.
Lise sıralarından, konfeksiyon fabrikalarına geçtik.
Karşılığında “genç emekliler” olduk.
Tütün tarlalarından, inek damlarından (ahırlarından) kurtulduk.
Artık tütün işlemek için Rodoplar'dan Deliorman'a gitmek zorunda değildik.
Çalıştık, çabaladık durduk ve arkamızda bıraktığımız evlerden çok daha iyilerine sahip olduk.
Köylerden göç edenler, şalvarlarını ve mavi önlüklerini kaybettiler; karşılığında zarif kıyafetlere sahip oldular.
Kır işlerinden çatlayan ellerimiz yumuşadı; parmaklarımızda Bulgaristan’dan getirdiğimiz yüzüklerimizi, bileziklerle tamamladık.
“Altın günlerimiz” oldu. Katılmak için seçtiğimiz özel kıyafetlerimiz, sıra bize geldiğinde misafirleri ağırlayacağımız, temizlikten parlayan evlerimiz, parıltılı yemek takımlarımız vardı.
İkramlarımız özenle hazırlanıyordu: Kalem gibi sarılmış sarmalar, sigaraya benzeyen ince börekler, içinde mutlaka kuş üzümü ve çam fıstığı olan zeytinyağlı dolmalar…
İnce bulgurdan kısır yapmayı öğrendik.
Kadınların, kendi aralarında oynayıp eğlendiklerini önce hayretle seyrettik, sonra nazlanmadan biz de kalkıp oynadık.
O günlerde takılan altınlarla hep bir eksiğimizi tamamladık ama hiçbir zaman bunu yalnızca kendimiz için güvence saymadık; çünkü biz eşlerimizden asla kötülük beklemedik.
Ailelerimizin geçimini sadece onlara yüklemedik, omuz omuza verdik ve hayretle bizi seyredenlere örnek olduk.
Öyle olmuşuzdur, inşallah…
Yarım kalan eğitimlerimizi çocuklarımıza tamamlattık. Onları ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtardık.
“Aga ” ve “kadi “ değildik artık; “bey” ve “hanım” olduk.
Haklarımızı savunan dernekler kurduk, yazar olduk, şair olduk, kitaplar bastık.
Çocuklarımız sanat yaptı, dizilerde oynadı, hâkim ve savcı oldu.
Profesörlüğe ulaştılar, eğitim görevlisi oldular.
Uçak uçurdular. Hem de en büyüğünden - 560 tonluk…
Tüm bunları hiç de kolay yapmadık.
Bir yazıma aynı şu yorum gelmişti: “Kara cahiller! Unuttunuz sınırda yerlere yatıp toprağı öptüğünüz günleri. Yarınız da geri döndü..”
Cevabım da gecikmedi tabi: “Toprağı öpmeden girmedik, bize kapılarını açan ana vatan bildiğimiz ülkeye. Bayrağı da öptük ama kara cahiller olarak değil. Çoğumuzun bileğinde “altın bileziği” vardı ve bizi istemeyenlerin , sizin gibi hor görenlerin yüzüne sallayıp durduk.
Geldik , gördük. Arzu eden kaldı, beğenmeyen döndü. Bunu cahiller değil, bilinçli ve güçlü kişiliğe sahip insanlar yapabilir ancak. Kara cahil görmek isterseniz etrafınıza bakın önce…
“Altın bileziklerimizi” düğünlerimizde takmadık biz, eğitim alarak sahip olduk ve bize bu eğitimi veren ülkeyi de asla unutmamalıyız ama bu ülke de bizleri dışlamayıp girişimci ve güçlü evlatları olarak görmeli. Böyle olursa her iki taraf da kazanır.
Göç, sadece yer değiştirmek değil, insanın kendini yeniden kurma hikâyesidir.