Bulgaristan gezim sona erdi. Gençliğimin şehri Şumnu'ya veda ederken, hüzün ve mutluluk arasına sıkışmış gibiydim.
Oralardan ayrılmanın kekremsi tadı, yeniden Türkiye'me kavuşacağımın heyecanı biri birine karışmış; kendimi yer ve gök arasında kalmış gibi hissettirdi bana.
“Hadi artık geç arabaya,” diyen oğlumun sesi düşüncelerimden aldı beni. Ne kadar inkar edersek edelim, her veda biraz burukluk, biraz da acı gizler bünyesinde değil mi?
Artık bir yıl sonra gelecektim, bu topraklara. Bir yıl bazen kısa, bazen de uzun bir zamandır…
Biraz derin düşünecek olursak, beş dakika bile yeterlidir dünyanın alt üst olmasına.
Vedaları sevmediğim için kimselere veda etmeden sabahın seherinde koyulduk yola.
Rüzgarın şiddetinden, dalından kopma korkusuna kapılan yapraklar, mendil misali sallanıyordu ardımızdan.
Karaca Oğlan'ın sözleri geldi aklıma .
“Yürü be fani dünya, sana konan göçer bir gün, insan bir ekin misali onu eken biçer bir gün”.
Yıllar öncesi Bulgaristan'daki Türk azınlığına yapılanların tükenmeyen yaralarını, hala derinden derine kanadığını hissettim.
Gezip gördüğüm, bu zaman içinde, yaşananları çabuk unutan ve kendilerine bunları yaşatanlara tapanları da gördüm…
Çocuklarına Türkçe öğretmekten utananları da sezdim. Türklüğünden kurtulduğuna şükredenleri de, Türkiye'yi küçümseyenleri de, canım yana yana gördüm, işte gördüm..
Bütün bunların menfaat için yapıldığını biliyorum.
Oradaki kimi Türklerin, “Türklüğü” üstlerinde bir elbise gibi gördüklerini ve diledikleri zaman çıkarıp atabileceklerini çok iyi anladım…
Onların anlayamadıkları ise, kendi özünden ödün verenler, gurursuz ve onursuz şekilde yaşamaya mecburdurlar.
Firdevs BÜYÜKATEŞ