KOCA BALKAN'IN KUCAĞINDA

Dağları hep merak etmişimdir. Onlar babama benzer. Bazen kinli, kaşlarını çatmış, sarık ile kafayı sarmış bazen de güneşin ışığından gülümseyerek, 'Ha, kızım!' deyince, kendimi hiç olmazsa, tepelerin ucunda, bulutların yanında bulur gibiyim…

PAYLAŞ
Misyon Gazetesi -

KOCA BALKAN’IN KUCAĞINDA

(Gezi notları)

Bir gazetecinin dini imanı, aşı tuzu yollardır. Gazeteci ve yollar, bu bazen bir çiftin yaşam hikayesini, çifte saz çalan çifte telleri andırır. Her ikisinin beraberliğinde ya bir ninni, ya da şen şakrak bir nesne çıkar ortaya.

İnşallah, bizim de gezi notlarımız onlara benzer. “Çifte tel” sözcüğünü kullandık. Yolumuz, buna benzer, bir dere boyunda kıvranır, dağlar tepeler arasında. Tabi, Koca Balkan! Dağları hep merak etmişimdir. Onlar babama benzer. Bazen kinli, kaşlarını çatmış, sarık ile kafayı sarmış; bazen de güneşin ışığından gülümseyerek, “Ha, kızım!” deyince, kendimi hiç olmazsa, tepelerin ucunda, bulutların yanında bulur gibiyim…

Ben, Koca Balkan’ımızı, onun kucak germiş kollarını, Gerilova’yı bir yüce kuş yuvasına benzetiyorum.

Evet, bu kucağın açılmasını görmek isteseniz, Kotel boğazı, Tiça köyünden hemen sağ, küçük dere boyuna doğru kıvırmak gerekir. Tiça – Çatak köyünü sakın küçümsemeyin! Köy girişinde soğuk çeşme suları, yaz aylarında yorgun yolcuyu ta cennete götürür. Böyle bir geçit yerde hayat, bir saniye olsun asla durmaz. Halk, demokrasi döneminden sonra Bulgar, Türk, ve Rom, (günümüzde Rom demek daha ağırlıklıdır), vatandaşları olarak çıkıyor karşımıza. Romlar daha fazla Türkçeyi tercih ediyorlar. Osmanlı dönemindeki pazarın can damarı olan Romanlar, günümüzde de esnaflık onların elinde deyiver. Pamuk şekercisi, ayakkabıcısı, halıcısı, sepetçisi… İşte bu atmosfer, yakın köylerin insanını bir araya getiriyor. Bir de Bayrama rastladınız diyelim, Çatak köyü eski gelenekleri, adetleri aynen canlı ve coşkulu yaşatır. Biraz daha kalmak istemişsiniz, diyelim, asla bu yerden ayrılmak çok zor olur. Her ne ise! Yolumuza devam edelim Gerilova’ya doğru…

KÜÇÜK KÖYÜN BÜYÜK MEZARLARI

Tekrar yol üstü bir köy - Filaretovo (Hamzalar). Tanıdığımız tek bir kişi var burada – Ahmet Aptiyev – yazar bir arkadaşımız. Türkiye’ye son göç edenlerden birisi. Şu an İstanbul’da, Ahmet Türkay ismi ile bilinir. Günümüzde, eline sivri bir kalem almış, ünlü ve yetenekli bir öykü yazarımız…

Hiç kimseyi tanımış olmasanız da, köyü vız geçmeyin. Geçeceksiniz, diyelim. İlle de dikkatinizi çeken kocaman bir mezarlık karşınıza çıkacak! Evet, o, hemen yolun üstünde. Uzun 2-2,5 metre yükseklikte mezar taşları ile. İçinizde anıdan bir soru gelir: Kimlere ait bu muhteşem taşlar?

Dört- beş hanım ninecik oturmuş peykede, köy hali üstüne sohbet ederler. Sizin sorularınızı yeteri kadar cevaplayamazlar. “Çok eskiden bu mezarlar. Bilemeyciz. Türklerin… Çoook, çok eski zaman işi…”

Belki bilenler da olur, ama biz de acele eden yolcularız.

İnternete başvururuz. Orada da aynı “cevaba” rastlarız. Yorumlar arasında: “…Bir zamanlar Türkler, yüksek mezar taşlarını şahsen ünlülerine dikerler imiş.” Tabi. Ama şu koskocaman taşlar bu mezarlıkta sayısız? Evet, eski zamanlarda İskitler, Avarlar ve daha sonra Kıpçaklar da bu topraklara yerleşmiş. Bir dua onların rahmetine ve halkımızın ilgisizliğine okuyup, yolumuza devam…

YABLANOVO – EVLİYALAR DİYARI

Gerilova’nın belki de en büyük köyü. Onu ilk defa göreceğim. Köy bayramı, Hıdrellez. Hanımlar, kızlar renkli kıyafetler içinde. Hani bizim o eski, unutulmayan bayram coşkusu? Köy, 89. göçünde, demokrasi sebepleri ile biraz boşalmış sayılır. Ama hala kendi inançlarını, adetlerini hatırlamak ve korumak isteyenler, bir araya gelip, bol bol coşkulu sema oyunları, güreşler, Hıdrellez çiçekleri, maniler döşerler...

Komünizm dönemindeki köy tarihini Aziz Celil’in “Epopeyata Yablanovo” kitabından öğrendim. Ağladım, o dehşet dirençlerine hayran oldum. Böyle bir kitaba rastgele olaylar alınmaz. Keşke, Bulgaristan resmi tarih kitaplarında da yer alsa!

O, Türklüğün canını yakan dönem! İsim kampanyasında karşı koyan Yablanovo’da, en büyük ayaklanma olmuş. Daha köye girmeden önce, Filaretova yolunda, bir oğul ve baba – İsmet ve  Mustafa, tankların önüne geçerler, karşı koyarlar. Oğul ve baba hemen Belene’ye sürülür. O cezaevi, bu ceza evi diyar diyar gezerler. Erkeksiz ev, elsiz kolsuz gibidir…

Yazar arkadaşımız Mustafa Keloğlan’ın destanı gelir aklıma. O korkunç tabloları bir bir yaşatırım beynimde. Sanki dündü, bundan çeyrek yüzyıl öncesi. Ozanın evine doğru giderken, yazdığı destanı hatırladım ve gözlerim doldu:

“…Tek dilli, tek dinli olacak vatan,

Çingenesiz, Türksüz, saf Bulgaristan!”…

Bu dava peşinde düşmüşler yola,

Köpeği, tüfeği, tankı, kol kola

*

Çatırtıya başladı otomatik silahlar,

Dipçik, tekme altında iniltiler, ah-vahlar.

Yaşlılar ve güçsüzler bir bir düşerek yere,

Askerler küfrederdi öfkeyle, vura vura.

Ali, Meyrem, Hüseyin aldı onulmaz yara,

Sıcak, kızıl kanları karıştı beyaz kara.

*

Sadullah Müslüm Dayı, aştı sabır bendini:

- Bu adı taşıyamam!- dedi, astı kendini.

Aynı yolu seçti kendine Kırdım Cafer,

Her ölenin adıyla diriliyordu ZAFER!

Elfide kardeşimin iki oğlu, derdi:

-Tanklaaaar, Hüseyiiiin, Beyzaaaat!-

Diye, diye, ter temiz can verdi…

*

Gelin, öz dost olalım Bulgar, Türk ve Çingene,

Sevgi saygıdan başka istediğimiz de ne!?

Bitsin artık dünyada azınlık, din iman zulmü,

Kör şeytanlardan bulsun ayrımcılar ölümü!

Gidin şu Yablanovo’ya. Hiç kimseyi de tanımasanız, o kahraman halkın sevimli yüzüne bir bakın. Onlar, Evliyalar diyarında vatan tutmuş ve kendi dinine imanına her zaman sahip çıkmaya hazırlar, çünkü kendiler de o Evliyaların hoş görülüğünü bayrak gibi taşırlar…

GİZEMLİ BİR KÖY İSMİ – RAZBOYNA

Birkaç Türk köyü ve yerleşim yerinden geçiyoruz. Vrani kon (Kara atlar) ve Mengişevo’dan sonra, Omurtag ve Tırgovişte girişindeki bir benzinlikte, çok zamandır görüşmediğimiz şair Mehmet Çelik, sabırsızlıkla bizi bekliyor. O, Razboyna (eşkiyacı, çeteci) köyünde oturmaktadır.

Tabi ki, tüm Türk yerleşim yerleri, 1934 yılında Bulgar adları ile değiştirilmiştir. Razboyna köy adı, bu hadiseyi yaşamamış. Resmi tarihlere göre, bu Türk köyü bir çeteci köyü imiş, o açıdan. “Razboynik” sözcüğü tam çeteci anlamına gelmez mi?

Biz,  bu köyün ismi ile ilgili gerçekleri şair arkadaşımız Mehmet Çelik’ten aldık. Bir yaratıcı, kendi köyünün kuruluşunu, hayatını, özelliklerini bilmezse, neyi bilir? Arkadaşımız da rastgele insanlardan değil. Çeyiz sandığından kıymetli, kutsal inci tanelerine benzeyen şiirlerini çıkarır gibi, köyünü anlattı bize:

“Biliyorsunuz arkadaşlar, Osmanlı döneminde Tırgovişte (Eski Cuma) Pazarı kadar meşhur, yoğun, zengin bir Pazar mı kurulurmuş şu Balkanlar’da? Tabi, Uzunca Ova’nın ve Tatar Pazar’ın yerleri ayrı, ama burada üç diyar bir araya gelirmiş: Gerilova, Deliorman ve Dobruca. Bu yörenin ürünleri de, dillere destan. Düşünün bakalım, ekmekten daha kutsal, daha üstün bir nimet mi var şu ölümlü dünyamızda? O zamanlardan kalma bu  “altın tarlalar,” genç kızın sarı saçları, güneş ışığında hafif rüzgar dalgalandırıyor gibi!

Bizim Pazar dünyaca bilinirmiş. Buraya o kadar çok müşteri ve satıcı gelirmiş ki, Pazar ve etrafı buğday taneleri gibi serilirmiş. Hele o yorgun deve kervanları! Uzak yerlerden gelenlerin aylarca sürermiş yolları, bu Pazara ulaşmak için.

Bir gün Pazar o kadar dolmuş, o kadar dolmuş ki, son gelen kervanlara konaklama yeri kalmamış. Ama onların sahibi de, Kervan Başı sıradan bir adam değil ki. Sağa bakmış, sola dönüşmüş, yerinde tepişmiş ve kestirmiş; “Arkadaşlar-yoldaşlar, develer dere boyu rast boyuna dizilsin, şöyle göreyim onları, biz de onların yanına!” Birinci, ikinci duymuş, üçüncüye hemen emir iletilmiş. Kim duymuş - duymuş, kim duymamış, sormuş. Rast boyuna! Rast boyuna! Naralarından ortalıkta bir vaveyla kopmuş. Dere boyu, pazarın güneyine dizilmişler ve çok rahat bir şekilde Pazar günlerini geçirmişler.

Böylesine her geldiklerinde artık bu fırsatı hiç kaçırır mı deveciler? Pazar büyüdükçe büyümüş, “rast boyuna” yerleri de benimsemişler, evler kurmuşlar. Rast boyunda köy oluşmuş, kendi ismi cismi ile: Rastboyuna köyü!

1934 yılında yer adları değişiminde, o kendi adı ile kalmış, çünkü “Rastboyuna”, “Razboyna” olmuş. “Ha, akıllı memur kestirmiş, bu köy de çok razboynik (eşkiya) yetiştirmiş. İşte onlar kendi adlarını hak etmiştir!”

Öylesine, bir Türkçe sözcüğü, işte böyle Bulgarcanın kurallarına, adam baba evine oturur gibi oturuvermiş!

Daha neler neler anlattı Mehmet bey ve hep o heyecanlı, duygusal karakteri ile. Köy karşısında küçük tepeyi ve halkın tavuk, hindi ve ördeklerine, oradan baskı yapan tilki ordularını; kendi sülalesinin gerçek kahramanlıklarını, dedelerinin kurdukları çeşmeleri; totaliter devriminde başından geçen maceraları, devlet adamlarının soyguncu huyunu, damarını; Batı’da çalıştığı uzun yıllarını ve her bir nefes molasında, zirvelere taşıyan o heyecan dolu şiir dünyasını…

Mehmet’ten ayrılmayı asla kolay karar veremedik. Yaratıcılıkla dop dolu bir sohbeti, değişik dünyalarımızı birleştiren ve hayatımıza anlam veren insan dostluğu. Böyle insanlar arasında, kendi dünyanı zenginleştirirsin, ilham perisi gelir ve bizim soframızın bir köşesine yanaşıverir. Sağ olsun, Mehmet kardeşimiz, var olsun! Yaratıcılık ruhu hiç tükenmesin!

Yolumuza devam diyor ve kalemimi burada susturuyorum…

Emel BALIKÇI

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN