Hasan Rodoplu: Tiyatrodan nasıl kovulduk

 
Sene 1971. Kırcaali'deki devlet tiyatrosunda üç ünlü şarkıcımız çalışmakta - Ahmet Yusuf, Cemil Şaban ve Hasan Rodoplu.
 
Hasan Rodoplu anlatıyor:
 
Bizler, meşhur “Bulgaristan” pastanesinde her sabah saat dokuz - on arası kahvelerimizi içip tiyatroda işbaşı yapıyorduk.
Bir cuma günü, tiyatro müdürü Teofana Tekelieva bizi makamına çağırdı ve önümüzdeki hafta başında saat sekizde tiyatroda olmamızı emretti.
Emir emirdir dedik, denilen saatte tiyatrodaydık. Prova yaptığımız salona girdik, ama girer girmez birde ne görelim, uzun bir masanın başında tam sekiz kişi oturuyordu. Sancak Şurası’ndan gelmişlerdi. Bu manzara karşısında bayağı şaşırdık; neler oluyor ve niye sadece üçümüz çağrıldık diye…
En ortada kültür sorumlusu Bekirski oturuyordu, kendisi bize, “geçin oturun, size partimizin yeni kararını anlatmaya geldik.” diye söze başladı. Can kulağı ile dinliyorduk, yoldaş Bekirski, devam ederek dedi ki:
“Çocuklar, şimdiden sonra Türkçe okuduğunuz türküleri Bulgarca sözlerle okuyacaksınız… Bu BKP’nin bir emridir ve eğer okumazsanız işinize son verecek...”
Bu, olacak iş değildi!
Neyse fazla uzatmayayım. Birer türkü seçmemiz istenildi, hazır olunca, komisyon bizi dinleyecekti. Tercüme işini de bize yüklediler, çaresizdik, sonuçta birer emir kuluyduk, söz hakkımız yoktu…
Ahmet Yusuf, “Küskünüm feleğe” şarkısını okuyacaktı. Cemil Şaban, “Yaş kiremitte buz musun, gelin misin, kız mısın” türküsünü seçti. Ben ise, “Kara kaşlı yar, ne bileyim ben senin cama geldiğini” tercih ettim.
Önce rahmetli Ahmet başladı:
“ Az küstisah na felekata / Dade na mene mnogo dertove...”
Bu sözleri duyar duymaz yoldaş Bekirski:
“Sus be alçak herif! Sen bizimle alay mı ediyorsun? Marş navınka," diye bağırarak Ahmet’i kovdular.
Sıra Cemil Şaban'a geldi, zavallı titreyerek başladı:
“Na keremida led li si, bulka li si, moma li si / Utre veçer şta duda / V kışti ti saminka li si / İzgori, Ognyan, izgori...”
Türkünün kahramanı Osman,oldu Ognyan olmasına ama boşuna. Aynı şekilde Cemil’i de kovdular.
En sonunda sıra bana geldi. Yoldaş Bekirski, bana, “Hayde be Turçine, başta ti se e kazval Ali, zaşto ne si Aliev, ami Rodoplu? No drugarya Şükrü Tahirov şte se obadi na Radyo Sofya i imeto ti veçe şte bıde sıobştavano kato Hasan Aliev...”
Bu sözlerinden sonra, “Poçvay da peeş” dedi. Bende başladım:
“Çerni vejdi yar / Ot kıde da znam çe si doşla na moyto pencere, na moyta tencere...” Türkümü yarıda kesip beni de beni de kovdular alçak herifler…
Üçümüzde çok üzüldük ve evlerimize toplandık.
Ne hikmetse, işten kovulmamıza rağmen, bir hafta geçmeden yine tiyatroya çağrıldık. O dönemde tiyatronun içeriği dram, kukla ve estrad müziği ekiplerinden ibaret olarak faaliyet yürütüyordu. Bizler estrad bölümünün kadrolu sanatçılarıydık.
Devlet, tiyatroya yıllık gelir planı koyuyordu. Dram ve kukla tiyatro ekipleri planlarını dolduramıyorlardı; çünkü temsillerine çok az sayıda seyirci gidiyordu.
Halkımız ise bizi çok seviyordu ve ekibimiz daha ilk turnesinde belirlenen planı doldurup aşıyordu. Diğer iki ekibin planlarını da biz dolduruyorduk. Ahmet Yusuf, Cemil Şaban ve ben sahnede olmadığımız takdirde, ekibimiz tek bir bilet satamadan geri dönerdi.
Biz olmadan, iflas edeceklerini kısa zamanda anlayan yönetim, bizi tekrar işbaşı yapmak için buyur etmişlerdi.
Yoldaş Teofana, bize eskisi gibi devam etmemizi nasihat etti. Sonra, iki yıl içinde biz kendimiz mecburen işi bıraktık. Daha doğrusu bırakmaya mecbur kaldık. Her birimiz, kendine göre iş buldu. “Aç mezarı yok, genç mezarı var” demiş atalarımız…
O yıllarda yetenekli, becerikli ve entelektüel Türkler ezilmeye mahkumdular.
Kahpe BKP kodomanları, koskoca şair Recep Küpçü’yü bile bir peynir fabrikasında amele olarak çalıştırdılar.
Satılmış ve şuursuz Türklerden profesör de yaparlardı, parti başkanı da dikerlerdi… Okumuş satılmışlara, okumuş cahillere şu dörtlüğümü ithaf ettim:
At dediğin hep at'tır / Dörtnal olur gidişi.
Eşek hep eşektir ki / Yürürken yer o şişi.

Bakmadan Geçme