Azgın bir selin gücüyle yürüdük...

O gün bugündü, 25 Mayıs 1989 da bir devrin kapandığı, bir başka devrin başlangıcıydı binlerce Bulgaristan Türkü için.
 
Şükürler olsun ki, artık sadece bir anı olarak kaldı, bir daha yaşanmaması için de unutulmaması gereken bir anı .
 
UYANIŞ ve BAŞKALDIRI
 
Süleyman ve ailesinin yaşadıkları Hacıoğlu Pazarcık ( Tolbuhin) şehri için, Türklerin tarihi uyanış günü, 25 Mayıs 1989 oldu.
 
Bir önceki gün, 24 Mayıs’ta  Kiril ve Metodiy kardeşlerin ulusal anma günüydü. Yıllardır kutlanan o gün, yine çarşıda geçit törenleriyle gerçekleşti; ama bu defa Türklerin katılmadığı bir törendi bu.
 
Ülkenin dört bir yanından gelen Türklerin özgürlük için protesto yürüyüşleri haberleri herkese umut veriyor, her yeni bir gün ayrı bir şehirde, ayrı yerleşim merkezlerinde birbirinden cesaret bulup halk meydanlara dökülüyordu ve Hacıoğlu Pazarcık'ta, bizim Türklerin arasında, bunca sene sonra, hala ve hala nasıl yayıldığını bilinmeyen tek bir cümle kulaktan kulağa fısıldanmaya başladı:
 
‘’KENDİSİNİ TÜRK BİLEN HERKES, 25 MAYIS, SAAT 10 ‘da, ÇARŞIDAKİ SAATİN ORADA OLSUN! ‘’
 
O sabah, Hatice yanına kızını alıp evden çıktığında, attıkları ilk adımlar onların ve binlerce Türk kardeşlerinin yeni bir yaşantılarına giden adımlar olduğunu bilmiyorlardı.
 
Türk azınlığı için o gün, beş yıl çekilen zulüm sonlanmış ve yepyeni bir hayata sayfa açılmıştı.
 
‘’Anne, nereye gidiyoruz?’’ diye soruyordu dokuz yaşındaki Leyla.
 
‘’Türk isimlerimizi geri almaya gidiyoruz, kızım !‘’ kendinden emin, başı dik, kararlı bir şekilde cevap veriyor genç anne.
 
‘’Babam yok bizimle’’
 
‘’Biliyorsun, şehir dışında işte, o da gelmek için can atıyor, ama polisler şehrin tüm yollarını kapatmışlar, giriş çıkış olmasın diye.’’
 
‘’Biz o polisleri görecek miyiz, anne?’’
 
‘’Evet, kızım, ama korkma sen. Biz yanlış bir şey yapmıyoruz. Doğru olan şeyi yaparsan korkmayacaksın. Biz, bize ait olan Türk adlarımızı istiyoruz sadece, bu bizim hakkımız. Bulgar değiliz ki, Bulgar adlarımız olsun, bu bizi çok üzüyor değil mi ?’’
 
‘’Anne? ‘’
 
‘’Söyle, kızım ‘’
‘’Hani ben babaanneme kızmıştım ya, yavru kedi tırmalar beni diye, onu sevmeme izin vermedi diye…’’
 
‘’Evet, hatırladım yavrum, seni korumak istemiş babaannen. ‘’
 
‘’Biliyorum, ama sonra ben de onu kızdırayım diye Veliçka, Veliçka diye haykırdım, babaannem üzülmüştür buna çok dimi…’’
 
‘’Evet, üzülmüştür kızım. ‘’
 
‘’Ama ben şimdi bizimkileri alırken, onun da Türk adını Vasviye’yi alıcam, özür dileyeceğim ondan. ‘’
 
Hatice, kızının masumane ve çocuksu sözlerine şefkatle gülümsedi, sonra sıkıca sarıldı ona.
 
‘’Benim güzel kalpli kızım, bravo sana ! ‘’
 
Geçtikleri tenha sokaklardan sonra, çarşıya yaklaştıkça kalabalık artıyor, tanıdıklardan o katılıyor bu katılıyor, grup halinde oluşan beş kişi, oluyor on kişi. Hepsi istikrarlı biçimde, emin adımlarla şehrin merkezine doğru yol alıyorlardı.
 
Hatice, insanlar arasında babasını arıyordu, nerede kır saçlı ve iri yarı birini görse odur ümidiyle ona yaklaşmak istiyor, ama kalabalık buna izin vermiyordu.
 
İlk defa şehrin çarşısı böyle kalabalık bir mitinge şahit oluyordu. Evet, yıllardır bayramlarda, geçişler, kalabalık törenler oluyordu. Ama onlar hepsi komünist partinin okullardaki öğrencileri, fabrikadaki işçileri, zorlamasıyla, mecburi katılıyorlardı, bu merasimlere.
 
Oysa bugün halk kendiliğinden, kendi iradesiyle toplanmış, üstelik de hükümeti protesto etmek için yürüyordu.
 
45 yıldır ülkede sürdürülen totaliter rejime karşı görülmemiş bir kalkışmaydı bu.
 
Yol kenarındaki kaldırımlarda, Bulgarlar da küçük gruplar halinde meraklı bakışlarla, geçen kalabalığı izliyorlardı ve anlam veremiyorlardı olan bitene.
 
Aralarında hayretle söyleniyorlardı: ’Olacak şey değil! Hükümete, Todor Jivkov’a karşı geliyorlar! Buna nasıl cesaret ediyorlar! Bu Türkler çıldırmış olmalı!’'
 
İnsan kalabalığı, azgın bir selin gücüyle ilerliyor, yürüye yürüye şehir merkezindeki sinema binasının oraya ulaşmıştı. 
 
Halk, kendiliğinde sıra oluşturuyor, pankartlı olanlar öne alınıyordu.
İşte tam o an, onlara sırayla bakıp ellerindeki pankartları okumaya çalışırken, Hatice abisini gördü. İçini sıcak bir heyecan bastı, kızının elini sıkıp ’Bak, dayın orada ‘’ gururla onu gösterdi.
 
Abisinin elindeki pankartta: ‘’Viyana konferansında alınan kararlar uygulansın! ‘’ yazıyordu. İri yapılı, boylu poslu, yakışıklı abisi, üzerindeki beyaz gömlekle nasıl da ciddiydi. Sadece davasında kararlı, yüreği milli duygularla dolup taşan biri, böyle korkusuzca, komünist bir ülkede başkaldırabilirdi, düzene karşı koyabilirdi.
 
Biliyordu Hatice, abisinin haftalar öncesinden o pankartları yazlıkta gizli gizli nasıl yazdığını, hazırladığını. Biricik abisi için hem korkuyor, hem de onunla gurur duyuyordu.
 
İşte şimdi buradaydılar hepsi. ’KENDİNİ TÜRK BİLEN ‘’ herkes, binlerce kişi bir ağızdan ’İMENATA, PRAVATA ‘’ (ADLARIMIZ, HAKLARIMIZ ) diye haykırıyordu!
 
Bir suyu düşünün. Sakince dingin akan ve şelaleye ulaştıktan sonra çıkarttığı o büyük gümbürtüyü. Aniden, spontane biçimde kopan o gürültü ancak böyle tarif edilebilirdi…
 
Yıllarca suskun kalmış Türk halkının, yapılan baskılara artık hiç tahammülü kalmamıştı.
 
‘’ADLARIMIZ, HAKLARIMIZ!‘’
‘’BİZ TÜRK’ÜZ,TÜRK KALACAĞIZ! ‘’
‘’DİLİMİZ, DİNİMİZ SERBEST BIRAKILSIN! ‘’
 
Var gücüyle bunları haykırarak yeri göğü inleten o insanlar, Bulgarlaştırılmak bir yana dursun, onlar milli değerlerine, ana diline ve dinine dört elle sımsıkı bağlı kaldıklarını kanıtlayıp, yetkililere itiraz ederek seslerini yükseltiyorlardı...
 
Hatice Zafer 
( "Gore Glavata - Başını Dik Tut" kitabından alıntı.)
 
 

Bakmadan Geçme