Fıkır fıkır kaynayan o bizim dağlar...

*** Düğün denilince çalgı gelir akla. Çalgıcılar ekseriyetle köye cumartesi öğle üstü ulaşırlardı. Ekip genellikle iki zurnacı (klarnetci) ve iki davulcudan ibaretti. Düğün evi kapısına gelir gelmez, zurnalar kılıflarından çıkarılır, davullar da omuza alınırdı. *** O gece köyün ortasına düz bir yere ateş yakılır (buna külhan denirdi), genellikle erkekler irili ufaklı toplanır, çalgı çalınır, oyunlar oynanırdı. Arada bir 'araplar' gelir, kendi hünerlerini gösterilerdi. 'Arap' denilenler komşulardan birileriydi. Çeşitli kıyafetler giyip, küçük komik sahneler canlandırılıyordu.

İnsan, gelenek ve görenekleriyle doğar, onlarla ölür, güler, ağlar, gelişir, küçülür, saygı görür ve saygı kaybeder. Anavatanın dışında yaşam sürdüren bizler ise gelenek ve göreneklerimizle benliğimizi, kimliğimizi korur, asimile olmaktan kurtuluruz. Onlardır bizi ayakta tutan manevi değerlerimiz, esas unsurlarımız.

Koca geçenlerde dostlardan biri elime bir düğün davetiyesi sıkıştırdı. Baktım oğlunu evlendiriyor. Biraz konuştuktan sonra ayrıldık. Başı gayileliydi adamın. Bir sürü irili ufaklı insan ağırlayacak. Ne de olsa tatlı bela. Darısı herkesin başına...

Yalnız kalınca davetiyeye kaydı gözüm. Cicili bicili. Genç evlilerin adları, düğün günü, saati ve yeri belirtilmiş. Bunu böyle görünce, geçen asrın 1960'lı yıllarındaki, bizim Ardino (Eğridere) yöresinde yapılan düğün davetleri geldi aklıma. Bir iki gün hep tırmaladı dimağımı eski anılarım. Belleğimde kalanları, o zamanki Kırcaali’ nin en yaşlılarından Rüstem Rufat’la paylaştım.

Beni dinledi, dinledi: “Çok güzel anılar gelmiş aklına. Yaz bunları da nesillere miras kalsın, eski gelenek ve göreneklerimiz. Düğüne davet şekli benim çocukluğumda da ayni idi,” diye beni destekledi.

Şimdikiler gibi, düğünler o zamanlarda da genellikle pazar günleri olurdu. Düğün denilince çalgı gelir akla. Çalgıcılar ekseriyetle köye cumartesi öğle üstü ulaşırlardı. Ekip genellikle iki zurnacı (klarnetci) ve iki davulcudan ibaretti. Düğün evi kapısına gelir gelmez, zurnalar kılıflarından çıkarılır, davullar da omuza alınırdı. Arkadan etrafı şöyle hoş bir düğün havası çınlatırdı. Hava bittikten sonra çalgıcılar içeri alınır, yemek verilirdi. Akşama vakit varsa biraz istirahat edilir, yorgunluk giderilirdi.

O zamanlar Kırcaali’ den köylere kadar henüz otobüs veya otomobil yoktu. Üç beş saatlik yol yaya geçilirdi. Şimdiki gibi başka yerden de çalgıcı bulmak imkanı yoktu. Soluklanıp, akşam yaklaşınca, mehterler arasında köy ikiye paylaşılırdı. Zurnacının biri, davulcunun biriyle köyün alt tarafını, diğer ekip de köyün üst tarafını boylardı. Dağların güneye bakan yamaçlarına yayılmış köyün ilk evinde ve son evinde hemen hemen ayni zamanda çalgı başlar, ortalık bayram havasına bürünürdü. Çalgıcılar her hanede bildikleri türkülerden birer parça çalarlar ve “ "Hey ahali, yarın Ahmet aganın düğününe buyurun! “ diye bağırarak ev halkını düğüne davet ederlerdi. Buna karşılık da evden biri çıkar, gönlünden ne koparırsa, birkaç para hediye verirdi. Bu böyle devam ederdi ev ev, iki ekip birbiriyle karşılaşıncaya kadar. Köyün çocukları da arkaya takılıp zurnacının ne biçim dudak şişirdiğini, davulcunun tokmağa nasıl davulun tam göbeğine vurduğunu seyrederlerdi. Düğüne davet işi akşamın karanlığı ile son bulur, arkadan çalgıcılar derhal yemeğe davet olunur, biraz soluklanırlardı. Zira onları gecenin en çetrefilli yanı bekliyordu...

O gece köyün ortasına düz bir yere ateş yakılır (buna külhan denirdi), genellikle erkekler irili ufaklı toplanır, çalgı çalınır, oyunlar oynanırdı. Arada bir “araplar” gelir, kendi hünerlerini gösterilerdi. ”Arap” denilenler komşulardan birileriydi. Çeşitli kıyafetler giyip, küçük komik sahneler canlandırılıyordu. ”Artrisler,” biri erkek erkek rolünde, diğeri kadın kıyafetli... Ekseriyetle kız kaçırmalar ele alınırdı.

Eğlence böyle devam ederken “kayınçılar" gelirmiş" veya “kayınçılar karşıya ateş yakmış,”diye bir söylenti yayılırdı ortaya. Bu onların köye yaklaştıklarına bir işaretti. Çalgıcı ekibi, hiç olmazsa ikisi, hemen onları karşılamaya giderdi. Alıp getirir ve düğün sahibine teslim ederdi. Kayınço bölüğü denilen misafirler kız tarafının bütün yakın hısım akrabası, konu komşusuydu. Öyle sayı filan yoktu. Gelebildikleri kadar gelir, oğlan evinin bir iki odasını doldururlardı.

Sonra da başlarlardı şımarmaya, ” şunu isteriz, bunu isteriz “diye. Zaten onlar gelir gelmez, salatalar bir sini üzerine konur, rakı şişeleri yerde yuvarlanmaya başlardı. İsteyen alıp açıp içerdi, içebildiği kadar ve şişeler ortalıkta dönmeye başlardı. Kafalar püsküllenince tuttururlardı,” Daha rakı isteriz, şu rakıyı isteriz, bunu isteriz,” diye. Hane sahibi düğün gününün korkusuyla istenileni yapardı. Şayet kayınçoların keyfi olmazsa, ertesi gün düğün alayı gelinsiz geri dönebilirdi...

Bir defasında kayınço bölüğünden zebanenin biri tutturmasın mı “ Viski isterim,” diye. O zamanlar bunun adını duyan vardı ama aramızda viski gören yoktu. O da herhalde yalnız adını duyanlardandı. Ev sahipleri çırpınmaya başladılar, “Şimdi ne yaparız, bu viski de ne?" diye. Köy yerde dükkân filan da yok. Olsa bile viski bulunmaz. Bu sırada orada olan sivri kafalılardan birinin aklına bir şeytanlık gelir ve şöyle seslenir; “ Erik veya elma hoşafı suyu getirin!" Hoşaf suyunu hemen bir şişeye doldururlar ve buna mastika eklediler. Sonra da “ Size viski bulduk, buyurun, afiyetle için! “ diye misafirlere sundular. Kayınçoların keyfi daha da artar, “ Viski içiyoruz,” diye...

Tabi ki, bu içki ve yemek ikramlı ziyafetler çalgısız olmazdı. Mehter takımı içeri alınır, kayınçolar ne isterse çalınıp söylenirdi. Dışarıda komşular bekleyip dururlardı. Bazı defa onların da gönlü olsun manasında, çalgıcılardan ikisini dışarıda bekleyenlerin yanına gitmelerine müsaade ederlerdi.

Böylece şenlik devam ederdi sabahlara kadar ve bu şekilde bütün köy halkı düğüne iştirak etmeye ve eğlenmeye davet edilmiş olunurdu.

Nerede kaldı o eski günler!

Fıkır fıkır insan kaynayan o bizim dağlar...

Mustafa BAYRAMALİ

Fotograf: 1940'lı yıllarda, Eğridere bölgesinde çekilmiş bir düğün merasimi.

 

Bakmadan Geçme