Mimarlık, zamanla konuşma biçimidir ( 1. )
Ahmed Cemil Ahmed, mimarlık eğitimini Varna Özgür Üniversitesi'nde tamamladı. Bulgaristan'ın deniz başkenti Varna'da doğup büyümüş ve hala orada yaşıyor; ancak ülkenin diğer büyük şehirleriyle de derin bağları var. Onun dünyası, oranların ve uyumun dünyasıdır, ölçülebilir olanla kutsal olanın ahenginde, geçmişin arınmasıyla yarının çağrısı arasında bir diyalogdur, kendisiyle sohbet ederken, yalnızca binalar tasarlayan biriyle değil, kuşaklar boyunca düşünen bir akılla konuştuğunuzu hissedersiniz, farklı dünyaların temas ettiği, gerçeği değiştirmeye acele etmeyen, o nadir Balkanlar zihinleriyle bir buluşmaydı bizimkisi. Tarih, gelenek, insan doğası, mimarlık, şehirler ve hafıza üzerine, kendisiyle uzun ve tadımlık bir sohbet gerçekleştirdik.
- Sizce tarih, modern insan için gerçekten, bu kadar önemli mi?
- Tarih, dünyanın hafızasının en özgün arşividir. Onu zamanında tanımayan ve doğru şekilde kullanmayan, kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Aidiyet duygusu olmayan insan, sağlam temeli olmayan bir binaya benzer, ilk rüzgr onu sallar, güçlü bir depremse ise kolayca yıkar.
- Sizce bildiğimiz tarihte 'en insancıl' dönem hangisiydi?
- Bilginin ve onurun, günümüz internet dünyasındaki beğenilerden daha değerli olduğu zamandı. Sadece uygun değil, aynı zamanda dayanıklı ve yapıcı bir medeniyet çerçevesi yaratmak gereklidir,
insanı güçlendiren ve onu yozlaştırıcı etkilerden koruyan bir çerçeve. Bu sosyal doku çözülmeye başladığında, kaçınılmaz bir entropi ortaya çıkar, her şey gevşer, anlamını yitirir, biçimini kaybeder. Ancak tam o zaman, mimarın bir arabulucu olarak ne kadar belirleyici olduğu görülür, kaosu düzenleyebilen, dengeyi yeniden kurabilen ve geleceği akıl, ölçü ve vizyonun açıklığıyla daha iyiye yönlendirebilen kişi.
Bu düşünce bağlamında bizler her zaman imparatorlukların çevresinde yer aldık. Ancak biz bölünmeye değil, hafızaya mahkûmuz. Bizi yaşatan da odur. Tartışsak bile, aynı dili, bizim yerel dilimizi konuşuruz ve denizlerin, okyanusların ötesinden bağıran dış güçlerin, bizim farklılıklarımızı, kendi çıkarları için kullanmalarına asla izin vermemeliyiz, çünkü o çıkarların ardında yalnızca onların ekonomik menfaatleri vardır.
- Osmanlı döneminin en az değer verilen mirası sizce nedir?
- Şehir planlaması. Ne saraylar ne de camiler, asıl miras, insan ölçeğine dayanan mantıktır, gölgeler, su, iç avlu. Günümüzde birçok kişi ölçü duygusunu kaybetmiş durumda, yapı alanı ile toplam inşaat alanı arasındaki dengeyi yitirdiler. Ancak geçmiş mimari tarzlara da geri dönmemeliyiz, onlar kendi zamanları için doğruydu, fakat dördüncü sanayi çağında geçerliliklerini yitirdiler.
- Geçmişe dönebilseydiniz, hangi uygarlığı en derin şekilde incelemek isterdiniz?
- Roma uygarlığı, yalnız mimarisinin ölümsüzlüğü için değil, her taşına ve her fikrine işlenmiş disiplin ve devlet düzeni için incelenmeye değerdir, zamanı takvim olarak değil, nesillere karşı bir sorumluluk olarak ele alan bir medeniyettir. Betonları hl ayakta duruyor, yolları ise bir insan ömrünü çok aşan bir düşüncenin eseri olarak bugün bile konuşuyor.
Günümüzde ideolojiler 30 - 40 yıl içinde çökerken, asfalt kaplamalar bazen garanti süresi bitmeden işlevini yitiriyor, fark aslında basittir, Roma kalıcılık inşa ediyordu, oysa çağdaş projelerin bir kısmı 'in vitro' doğuyor ve kalıcı bir iz bırakmadan yok oluyor. Roma bize hatırlatıyor ki gerçek medeniyet sloganlarda değil, kalıcılıkta ve ölçüde, düzende ve bir eserin kendi yaratıcısını bile geride bırakacak bir ömre sahip olabilmesindedir.
- 'Manevi restorasyon' sizin için ne ifade ediyor?
- Taşları değil, onların ardındaki anlamı yeniden canlandırmaktır, çünkü yapı dediğimiz şey çok daha derin bir gerçekliğin sadece dış kabuğudur. Yenilenmiş bir kilisenin, caminin veya sinagogun ne
faydası olur, eğer içine giren insan dünyanın bir düzene, bir sorumluluğa ve yeryüzü ile onu aşan daha yüce hakikat arasındaki görünmez bağa inanmıyorsa. Gerçek dönüşüm cepheden değil, ruh dünyasından başlar, duvarları değil ritüelin yüceliğini, süslemeleri değil insanın iç lemini Yüce Anlam'a göre düzenlemesini sağlayan yöntemi geri getirir.
Sadece duvarları yenilersen, fotoğraflara ve broşürlere yakışan güzel bir kabuk elde edersin. Ama ruhu onarırsan, gelenek ateşinin kuşakları birbirine bağlayan nabzını ve nefesini geri getirirsin,
zamanın o bağı koparmasına izin vermezsin. Yaşayan uygulamaları olmayan bir yapı, okuyucusu olmayan bir kitaba benzer, durur ama konuşmaz. Manevî koruma ise sesini, anlamını ve bir toplumu gerçekten medenileştiren o iç dayanıklılığını geri kazandırır.
- Gelenek ile fanatizm arasında önceden çizilmiş bir sınır olabilir mi?
- Evet, bu sınır ne tapınaklarda ne de kitaplarda değil, çağdaş laik eğitimin şekillendirdiği insan bilincinde bulunur. Cahilin geleneğe bir silah gibi sarılıp öfkeyle inanma tehlikesi her zaman vardır,
çünkü kökü sapmadan ayırt edecek bir zihinsel donanıma sahip değildir. Bilge insan ise geleneğin bir yol olduğunu, bir hapishane olmadığını bilir, bu yüzden başkalarına saygıyla bakar, çünkü kalıcı bir toplumun uçlarda değil, bilgide, ölçüde ve bilinçli bir süreklilikte yükseldiğini anlar.
- Bulgaristan'ın tarihindeki en büyük hata sizce nedir?
-Tarihî bir hata olarak adlandırmam, ancak bu durum gelecek nesillerin bilincinde iz bırakmanın temel unsurlarından biridir. Günlük alışkanlıklarımızda sıkça hoşgörü sınırlarını aşmamız, kaçınılmaz olarak Balkan insanının ruhunun unutulmasına yol açıyor. Sanki giderek daha az insan oruç tutuyor, oysa bu, ruhu güçlendirmenin en iyi yoludur. Halk, devlet kurulmadan önce de bir ruha sahip olduğunu hatırlamalıdır. Devlet yıkılabilir ve yeniden inşa edilebilir, ancak ruh bir kez kaybolursa, onu bir daha hiç kimse diriltemez.
- Küreselleşme hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Küreselleşme fikri aslında kötü bir fikir değildir, o, insanlığı birbirine bağlama ve ortak bir gelişim sağlama arzusunu taşır. Ancak uygulamada insanın doyumsuzluğu ve ölçüsüzlüğü nedeniyle zarar görmüştür. İnsanlık dev bir hipermarket gibi yönetilemez, her şeyin ticarete ve tüketime indirgenmesi, doğasına aykırıdır. Onu yaşayan bir organizma, karmaşık bir ekosistem olarak anlamak gerekir, her milletin, her kültürün ve her geleneğin dengeyi korumada, kendine özgü bir rolü vardır. Kaktüslerle menekşeleri yan yana dikemezsin ve uyum bekleyemezsin, her şeyin kendi toprağı, kendi iklimi ve kendi ritmi vardır. Beklentilerle imknlar arasındaki denge çok hassastır, bu denge bozulduğunda çıkarlar birbirine karışır, hedefler sapar ve sonunda çıkmaz bir yola varılır. Gerçek küreselleşme, her şeyi tek tipleştirmek değil, farklılıklar arasında uyum yaratabilmektir.
- Mimarlık sizin için nedir?
- Mimarlık, insanın tek bir kelime söylemeden zamanla konuşma biçimidir. Bir dönemin ruhunu taşa, seramiğe, çeliğe ve betona kaydetme sanatıdır; öyle ki yüzyıllar sonra bile biri mesajını tercümansız okuyabilsin. Mimar bir tarih yazarıdır, ancak mürekkebe değil, ölçüye, disipline ve iç düzenine dayanır. Onun dili mekndır.
Her yapı bir itiraftır, onu doğuran zamanın açıklığıdır. Sadece bir barınak değil, nasıl düşündüğümüzün, neye değer verdiğimizin, geleceği nasıl hayal ettiğimizin ve insana ne kadar saygı
duyduğumuzun tanıklığıdır. Bu yüzden mimar sadece bir sanatçı değil, nesiller arasında bir aracıdır.
Kendi zamanının nabzını yakalamalı, onu insanın ihtiyaçlarından geçirip gelecek kuşaklara bırakmalıdır, öyle ki onlar onda sadece bir form değil, bir anlam bulsunlar.
Mimarlık bir köprüdür; geçmişin geleceğe el uzattığı köprülerden biri. Ve mimar, o köprünün taşlarını öyle yerleştiren kişidir ki, köprü zamana, insan hafızasına ve en çok da Roma tanrıçası Fortuna'nın kaprislerine dayanabilsin…
( Devamı yarın )
Söyleşiyi derleyen: Jale Filibeli